Aşağıdaki makale bianet’in Hak Haberciliği Dizisi’nden yayınlanan “Çocuk Odaklı Habercilik” adlı kitapta yayınlandı. Prof Dr. Sevda Alankuş kitabın Özsöz bölümünde “Neden çocuk odaklı bir haberciliğe ihtiyaç duyulduğunu” açıklıyor. Bu soruya yanıt ararken “çocukluk kavramının nasıl kurgulandığı, kimlerin çocuk olduğu, çocuğun nasıl ve neden kamusal alandan koparıldığı ve vatandaşlık hakları” gibi temel meseleleri de ele alıyor.
İlk baskısı 2007’de yapılan “Çocuk Odaklı Habercilik” kitabının online versiyonunu bu adresten edinebilirsiniz.
***
Post-yapısalcı dil ve söylem yaklaşımlarıyla tartışmalarına aşina olmayanlar için ilk duyuşta yadırgatıcı olabilir ama Neil Postman’ın “Çocukluğun Yokoluşu” kitabında iddia ettiği gibi, hem toplumsal bir kategori hem de psikolojik bir koşul olarak “çocuk / çocukluk” Batı’da Rönesans’la birlikte yani 16. yüzyılda ortaya çıkmıştı ve bir orta sınıf icadıydı. (28)
Bu “icat” ile matbaanın bulunması ve yaygınlaşması arasında yakın bir ilişki vardı. Çünkü “matbaa yayınları ile birlikte ‘okuma yeterliliğine’ dayanan yeni bir yetişkinlik tanım(lamas)ı ve buna mukabil olarak ‘okuma yetersizliğine dayanan’ yeni bir çocukluk anlayışı” yarattı. Bebeklik konuşmanın becerildiği noktada sona ererken, çocukluk okumanın öğrenilmesiyle başlıyordu. Böylelikle –tabii o dönemlerde kimlerin okula gitmek imkânına sahip olabileceği düşünülürse– “çocukluk” okula gitmeyle birlikte tanımlanmaya başlanmış; “erkek öğrenci” sözcüğü ile “çocuk” sözcüğü eşanlamlı duruma gelmişti (Postman, 1995: 8, 31, 58). Yani “ilk çocuklar” ya da olduğu kadarıyla çocukluk imtiyazlarına sahip olanlar “varsıl erkek” çocuklardı. Yine Postman’ın söylediğine göre kavramın alt sınıflara doğru yayılması bir yüzyıl aldı (61). Batı-dışı coğrafyalarda çocukluğun icadı nasıl oldu, çocuğun dünyası ile yetişkinin dünyasının sınırları kültürden kültüre nasıl bir değişiklik göstererek çizildi, varsıl sınıflardan diğerlerine yayılması ne kadar zaman aldı, bütün bunları net olarak söyleyemiyoruz, dahası Türkiye’deki durum konusunda da fazlaca bilgili değiliz. Ancak Batılı anlamıyla, yani Aydınlanma Düşüncesinin “akılı ve muktedir erkeği” gibi olmayan, bu nedenle de himaye ve kontrol edilmesi gereken bir toplumsal kategoriyi olarak “çocukluk” kavramıyla, ilgili pratiklerin, Batı-dışı ülkelerde yaygınlaşmasının, bir model olarak Batılı “modernleşme öğretisini” benimseme ve uygulamalarının hız ve niteliğine göre olduğunu tahmin edebiliriz.
Burada önemli olan nokta, “evrensel” olanın tanımını yapmak ayrıcalığına sahip olan Batı-merkezli / referanslı bir dünyada, olumlu ve olumsuz yanlarıyla çocukluk tarifinin ve onunla ilgili her türlü standartın çoğu zaman sorgulanmaksızın bizim zihniyet dünyamızda da yerleşmiş olması. (29) Çocukluğun icat edilmiş olmasıyla ilgili tartışmanın metinlerimizin ortak sorunsalı açısından önemli iki anlamı var. İlk olarak –yine Michel Foucault’nun söylem ile iktidar arasındaki ilişkiyi kuramlaştıran kitaplarının düşünce zincirini sürdürerek söylersem– “çocukluk” diye bir kavram ortaya çıkıp “yetişkinlikten ayrı” bir toplumsal kimliği anlatır hale gelmesi; yetişkinlerin olumlu ve olumsuz anlamlarda çocuklar üzerindeki bir dizi disiplin kurucu pratiklerine konu olması, dahası bunun tartışılmaz derecede meşru hale gelmesi demek. Öyle ya, “çocukluk” kavramının / anlayışının, modern düşünce içinde almış olduğu biçime bakılırsa –iddia edilenlerin hepsi çok problematik olsa bile– henüz aklî ve bedensel gelişimi anlamında tam olgunlaşmamış; yetişkinlerden farklı düşünüp, konuşan; farklı giyinip davranan; kendi çıkarlarının nerede olduğunu bilmeyen “henüz tümüyle biçimlenmemiş” bir toplumsal kategoriden söz ediyoruz (Postman, 1995 ve Roche, 1999: 477). “Doğal olarak” bu “eksiklik” içinde “ne zaman ne yapacağı bilinemeyeceği” ve o ölçüde de “tekinsiz” olacağı için, çocuğun (“tam-birey” olan) yetişkinler tarafından hem “himaye”, hem de “kontrol edilmesi” gerekli. (30) Yine aynı nedenle –bu defa Jurgen Habermas’ın tartışmalı ancak yine de yeniden tanımlanarak kullanılması yararlı kavramı kullanılarak söylenirse– “kamusal alandan” kovularak, ev içi alana (özel alana) gönderilmesi de gerekli. (31)
Özetle, “çocukluğun icadı”nın –aslında bir o kadar kurgusal kavram olan– “yetişkinlerin” çocukları disipline edici söylemlerinin nesnesi haline getirmesine ve kamusal alandan kovmasına yol açtığını, söylemek mümkün. Ancak tabii burada Foucaultcu açıklamaya sadık kalarak bunu sadece olumsuz sonuçlarıyla değil, olumlu yanlarıyla da bir iktidar tescili saymak gerek. Çünkü yetişkinler ile çocuklar arasındaki bu [tescillenmiş] yöneten-yönetilen ilişkisi (Tuncel, 1997: 68) çocukların sessizleştirilerek dışlanmalarını olduğu kadar, uygulanmasında son derece ikiyüzlülükle davranılsa bile, onların cinsel, ekonomik, kültürel vb. anlamlarda suiistimal edilmesini önleyici pratikleri de beraberinde getirmiş durumda. Nitekim Postman da bu yüzden olmalı, “çocukluğun icadını” en “insani” icatlardan biri sayıyor ve kitabında bunun 20. yüzyılda yine bir teknoloji, bu defa elektronik teknoloji, özellikle de televizyon ile birlikte ölmeye başlamasına üzülüyor (1995: 8). Doğrusu bu düşünceye karşı çıkmak kolay değil. Ancak yine de toplumsal çocukluk kurgusu ile medyanın bu kurguyu yeniden-üreten hallerini anlamak için hepimizin içine sinmiş “modern çocukluk” anlayışını eleştirmek üzere biraz daha derine dalmak, bu “insani” icadın “doğası” ve sonuçları üzerine biraz da- ha düşünmek gerek.
Yukarıda yazarlarımızın çocukların temsiliyle ilgili olarak medyadan vermiş olduğu örnekler bağlamında da ara ara belirttiğim gibi, çocukluğun icadının problematik bir “doğası” var. Çünkü ilk icat olduğundaki haliyle de, yüzyıllar içinde kazandığı modern anlamıyla da “bu çocuk”; varsıl, beyaz ve erkek bir çocuk. Şimdi Postman’ın sadece şöyle bir değinip geçtiği bu sonuncu nokta üzerinde durayım.
Çocuğun kamusal alandan eve gönderilmesi ile eşzamanlı olarak yetişkinlerin, çocukları, onlar için özel olarak geliştirdikleri (32) disipline sokucu kurum, kural ve uygulamaların nesnesi haline getirilmelerinin arkasındaki zihniyetle, kadınların maruz bırakıldıkları arasında, hiç de şaşırtıcı olmayan bir benzerlik var. Bu da aslında, “yetişkinin” ya da Batılı aydınlanma düşüncesinin akıl(cılık)la, zihinle, kültürle, medeni olmayla tarif ettiği “insan”ın (human); duyguyla, bedenle, doğayla, vahşilikle, başka ifadeyle erkeği işaret eden bir kurgu olmasıyla ilgili. (33)
O halde “yetişkin insan”‘ ve “çocuk” ilişkisi –tıpkı Batılı epistemolojinin üzerinde yükseldiği bütün diğer Batı / Doğu, medeni / barbar, akıl / duygu, zihin / beden, kültür / doğa ikili karşıtlıklarında olduğu gibi– önce gelenin “tam-birey” olarak erkeği, ikincinin “eksik-tamamlanmamış-birey” olarak kadını imlediği bir hegemonik ilişki olarak tasarlanmış durumda. (34) Böyle olunca da, bütün bu karşıtlıkların öteki tarafında duranların birinciye tabi olması, onun kontrol ve himayesinin nesnesi olması –duruma göre– tehlike oluşturmasınlar ya da tehlikeye girmesinler diye kamusal alandan dışlanarak eve gönderilmek istenmeleri de “doğallaşıyor”! (35)
Tekrarlayayım; kadın ve çocuğa yönelik bu dışlayıcı, disipline edici toplumsal yaklaşımın kaynağında ataerkil ve fallusmerkezli dünya görüşünün erişkin-erkek dışında kalanları “eksik-insan, birey, özne” sayıyor olması yatmaktadır (dolayısıyla toplumun dışında düşünülemeyecek olan medyaya düşen, yukarıda tartışıldığı üzere bunun yeniden-üretimidir). Yalnız sadece bu kadar değil; yetişkinlerin kadınlarla çocukları “eksik-insanlar” olarak birlikte nesneleştiren bu ikili pratiğin, çocukların da diğer ötekiler gibi kadın olarak tasarlanmasının ötesine geçen bir boyutu var. O da anne ile çocuk arasındaki “doğal” varsayılan ilişki ya da aslında bu ilişkiye yani “annelik” ve “çocukluğa” ideolojik olarak atfedilenler. Nitekim, tam da bu nedenle, feminist bir yazarın belirttiği gibi, “kadınların ve çocukların baskılanması iç içe geçmiş ve karşılıklı olarak birbirini güçlendirmiştir” (Firestone’dan akt. Roche, 1999: 480, 486). Yine tam da bu nedenle, çocuk hakları mücadelesi feminist mücadelenin bir parçası olmuştur (36); çünkü modern anlamdaki “çocukluğun icadından” beri korunmak adına kamusal alandan eviçine gönderilen çocuğu doğurmak ve bakmak birincil varlık nedeni sayıldığı ölçüde, kadının kamusal alandan dışlanıp, eviçi / özel alanla tanımlanması meşrulaştırılmıştır. Ancak Roche’un belirttiği gibi son 150 yıldır kadınlar kamusal alanda temsil anlamında bir yol kat edebildikleri halde, onları evde tutmanın gerekçelerinden birisi olan çocukların kamusal alandan dışlanması devam etmektedir.
Çocuğun (da) kamusal alandan dışlanması
Çocuğun kamusal alandan dışlanması ise, çocukluğun icadı ile başlıyor, o zamana kadar yetişkin dünyası ile çocukların dünyası gibi bir ayrım, dolayısıyla “ayıp” yokken, çocuklarla yetişkinlerin dilleri ayrışmamışken, çocuk yetişkinler gibi çalışıyor, yaşıyor, cezalandırılıyorken –başlangıçta sadece orta sınıf / varsıl çocuklar için geçerli olmak üzere– bütün bu alanlarda farklılaşma başlıyor, sonuç çocuğun “güvenli” diye ev’e, oyunun alanına dönmesi oluyor, kamusal alanda görünmesi sadece birer disipline edici kurum olarak okul ile sınırlanıyor (Postman, 1995: 53-85 ve Roc- he, 1999: 478). Kamusal alandan çocuğun dışlanması 20. yüzyılla birlikte iyice artıyor (Roche, 1999: 478). Bunun ise çocuk için hem olumlu hem olumsuz yanları var. Olumlu olan şu, çocuk emeğinin sömürüsü en azından artık savunulamaz duruma geliyor ve “gelişmiş Batı’da” azalıyor (aslında Batılı varsıl erişkinin kendi çocuklarına artık reva görmediğini “gelişmemiş” Doğulu çocuk üstleniyor!). Ancak tabii bu çocukların –yine kadınlar gibi– özel alanda da sömürülmedikleri, suiistimallere uğramadıkları anlamına gelmiyor. Nitekim yapılan araştırmalar çocukların daha fazla birinci dereceden yakınların taciz, tecavüz, dayak gibi şiddet ve suiistimallerine uğradıklarını gösteriyor (Macdonald, 2003:114). Ayrıca önemli oranda çocuk –tıpkı ev içindeki kadının emeğinin görünmez ve ücretsiz olması gibi– özel alanda da, sosyo-ekonomik olarak marjinalleşmeleri pahasına bir değer yaratırken emek olarak sömürülmeye devam ediyorlar (Roche, 1999; Lister, 2005: 7). (37)
Bir başka olumsuzluk ise, “kamusal alandan kovulmanın” dünyanın daha da yetişkin / erkek-merkezli haline gelerek, bebek yaştaki çocukların değil ama, belirli bir yaşa erişen ergenleşen, hatta suçlu muamelesi görebilecek ehliyete sahip –on ya da on iki yaş üstü çocukların– yurttaş olmanın gereklerinden olan katılma hakkından yoksun bırakılmaları için daha çok gerekçe oluşturması. Bu noktada işte günümüzde Habermas’ın (1997) bütün eleştirilerine rağmen “kamusal müzakere” için başlıca mecra olan medyanın aracılığı çok önemli hale geliyor. Oysa yukarıda, kitabımızdaki çalışmalarda verilen örnekler vesilesiyle belirtildiği gibi, yaygın medya kamusal alandan kovulan çocukların katılımını sağlamak, ya da Cangöz’ün yazısında nedenlerini ayrıntılı olarak tartıştığı gibi onları kamusal müzakereye dahil etmek gibi bir dert taşımıyor. (38)
Bir diğer olumsuzluk ise, bütün bu gelişmelerin çok çifte standartla ve iki yüzlülükle uygulanmak üzere, çocuğun edilginleştirilmesi, böylelikle disipline edici pratiklerin haklılaştırılması için bahane oluşturması ki, bütün bunlar kadınlarla çocukların “tam- birey” sayılmamaları öyküsünün birbirine ne kadar benzediğini bir kez daha gösteriyor.
Ancak yine de aradaki bu yakın ilişkiye rağmen “çocuk sorununun” “kadın sorunundan” farklı bir boyutu olduğunu ve farklı bir mücadelenin de konusu olması gerektiğini hatırlamak gerekli (1999: 481). Çünkü, kadın kamusal alana katılma ve yurttaşlık anlamında epey yol katetmeyi başardı. Bunları yaparken de mücadelesini, dalgalar halinde yaygınlaşıp küreselleşen feminist hareketlerin öznesi olarak kendisi omuzladı. Oysa çocukların –en azından şimdilik– böyle bir küresel mücadeleyle kendi haklarına sahip çıkabileceklerinin ciddi göstergeleri yok. Bu nedenle çocuk hakları mücadelesi de çocuklar adına yetişkinler tarafından verilmektedir. (39) Aradaki farka ilişkin olarak bir de şu eklenmelidir: Yetişkin-erkek merkezli ataerkinin söylemi içinde yetişkin kadın, çocuk karşısında çoğu zaman erkeğin kendi üzerinde oynadığı disipline edici rolü tekrarlamaktadır. Böylelikle aslında kadın, çoğu zaman çocuğun suiistimallerinde erkeğin suç ortaklığını yapmaktadır, ancak bu suç ortaklığı içinde, çocuğun örneğin eviçi alanda yeterince himaye edilememesi, korunmaması söz konusu olduğunda, suç sadece onun üzerine kalmaktadır: Medyadan bir örnek; “Annenin büyük ihmali: Çocuklarını evde bıraktı, yanmış cesetlerini buldu!”
Buraya kadar söylenenlerden, kitabımızın yaklaşımı içerisinde “çocukluk” diye bir şeyin icat edilmiş olmasında değil, bu icadın niteliğinde, ikiyüzlülüğünde ve nihayet her yazımızda aynı derecede vurgulanmasa bile ataerkil niteliğinde, bir sorun görüldüğü sonucu çıkarılmalıdır. Ayrıca Önsöz’ün “çocukluğa” dair genel geçer söyleme eleştiri yöneltiyor olması, çocukların korunmasının ya da olumlu ayrımcılıklara konu olmasının gerekmediği gibi anlaşılmamalıdır. Ancak acaba çocuk kime demeliyiz? Ya da “çocukluğu” nasıl anlamalıyız?
Çocuk kime denir?
Çocukluğun ne zaman başladığı konusunda yaygın bir uzlaşma bulunduğu halde, ne zaman bittiği konusunda bir belirsizlikten söz edilebilir (Tuncel, 1997: 68). Yine de uluslararası ve ulusal belgelerde genel kabul, 0-18 yaş arasının “çocukluk dönemi”, 18 yaşına kadar olanların ise “çocuk” sayılmasıdır. Bu da kimi hukukçularla, yazarların işaret ettikleri gibi diyelim 5 aylık bir çocukla, 15 yaşındaki –artık genç diye anılan– çocuğun birbiriyle aynı sayılması gibi bir sorun doğurmaktadır (Tuncel, 1997: 68 ve Roche, 1999: 483). Aslında bu fark, evlenme, mallarını yönetme, çalışma hayatına başlama, oy kullanma yaşı, devlet tarafından korunma, eylemlerinin sorumlusu olarak muamele görülüp görülmeme gibi sorunlara bağlı olarak, çocukları farklı kültürlerde farklı uygulamaların konusu yapabilmektedir. (40) Bütün bu tartışmaların gelip düğümlendiği nokta ise, 0-18 yaş arası gibi geniş bir yelpazenin farklı yerlerinde bulunan –örneğin “bebek” ile “ergen”in– aynı muameleyi görerek hangi hak ve özgürlüklerin öznesi olarak yurttaş sayılabilecekleridir.
Yukarıdaki tartışma ile bağlantılandırırsam, cinsel, zihinsel, bedensel ve psikolojik bir duruma –aslında durumları demek daha doğru olur– işaret eden “çocuk” ya da “çocukluk”; kendisine “eksik yurttaş” olarak yaklaşılmasına neden olan ataerkil kurguyu haklı kılacak özellikler taşıyor mu? Yoksa –”çocuk olma hakkının tanınması”nı da (akt. Lister, 2005: 10) içerecek şekilde– çocuğa hem yetişkinlerden, hem de birbirlerinden farklı olduklarını göz önüne alarak yaklaşacak, çocuğun yurttaşlığına, yetişkinle arasındaki ilişkinin mevcut ataerkil kurgusunu yerinden eden bir anlayışla değiştirerek ona bir birey, özne, nihayet yurttaş sayacak bir anlayış geliştirmek mümkün mü?
Yurttaş kimdir? Çocuklar yurttaş mıdır?
Yurttaşlık üzerine verilen mücadelenin 150 yıllık bir tarihi vardır ve bu mücadelede arkada bırakılanlar –yoksulların da “ötekileri” oldukları hatırlanırsa– özellikle kadınlarla, çocuklar olmuştur. (41) Dolayısıyla da, hem birbirlerine bağımlılıkları hem de birbirine benzerlikleri bahanesiyle, “eksik yurttaş” muamelesi görmüşlerdir ve görmeye de devam etmektedirler. Oysa yurttaş olmak demek, bir ideal olarak; toplumun eşit bir üyesi sıfatıyla meşru ve değer verilen bir sese / görüşe, haklara ve sorumluluklara sahip kabul edilmek demektir (Roche, 1999: 478-9; Lister: 2005: 4-7).
Yurttaşlık ile ilgili tartışmalarda sıklıkla gönderme yapılan bir yazar, T. H. Marshall, Citizenship and Social Class (1950) adlı kitabında yurttaşlığı; kişisel hak ve özgürlüklere sahip olmak anlamında sivil, siyasal süreçlere katılma anlamında siyasal, ekonomik refaha sahip olmak ve uygar bir yaşam sürdürmek anlamında sosyal boyutlarına ayırmaktadır (akt. Roche, 1999: 479-80). Ancak Marshall’ın bu tablosunda olumlu ya da olumsuz bütün katkılarıyla toplumsal bir varlık oldukları halde çocuklara yer yoktur (Roche, 1999: 480; Lister, 2005: 2). Aslında çocukların sivil yurttaşlığı anlamında ÇHS ilanı gibi gelişmelerle önemli bir yol alınmış olduğu halde, sosyal yurttaşlık anlamında artan yoksulluk ile, azalan sosyal devlet uygulamaları nedeniyle “ileri” ülkelerde bile geri gidilmiştir (Roche, 1999: 480). Yurttaşlığa siyasal boyutuyla bakıldığında ise, siyasal katılımdan oy vermek ya da karar verici konumunda olmak anlaşıldığı sürece, çocuğun siyasal alanın bütünüyle dışında olduğunu söylemek gerekecektir. Ancak kamusal yaşamın bütünüyle dışına atıl(a)mamaları gibi, çocukların siyasal yaşamın bütünüyle dışında olduklarını söylemek mümkün değildir. Çünkü, siyasete katılım sadece karar verici konumlarında bulunmayı değil, karar verme süreçlerine katılımı da içerir ve çocukları hem bu yönde içerecek gelişmeler vardır (Roche, 1999: 483) hem de siyaset yapmaktan sadece formel süreçler anlaşılmadığı sürece ya da siyaset yapmanın tanımının genişliği ölçüsünde çocuklar bu süreçlerde de belli ölçülerde yer almaktadır (Lister, 2005: 5,10). Ancak tabii Lister’in de eklemek zorunda kaldığı gibi bu, çocukların oy verme yaşlarının aşağıya çekilmesinin ya da formel süreçlere katılımlarının desteklenmesinin gerekmediği gibi, anlaşılmamalıdır. Ya da yetişkinlerin sadece çocukları kendi çıkarları için içinde çektikleri informel kanallardan olan siyasal katılım biçimleri de sorgulanmalıdır. (42)
Çocuğun yurttaş sayılıp sayılmayacağı konusundaki görüşleri Ruth Lister kabaca ikiye ayırmaktadır; bir uçta çocukları yurttaş saymayanlar ya da yurttaşlığı sadece yetişkinlikle özdeşleştirenler bulunmaktadır. Bu grupta Marshall gibi çocukları “oluşmakta olan yurttaş” (citizen in the making) yani henüz yurttaş olma olgunluğuna erişmemiş sayanlar da vardır. (43) Lister karşıt uca ise, 10 yaş üzerinde olan çocukları tam yurttaş sayanları yerleştirmektedir (2005: 2-3). Yazara göre bu karşıtlığın iki ucunda bulunanların konumları yer yer haklı gerekçeler içermekle birlikte, sorunludur çünkü her ikisi de yurttaşlığa “ya hep ya da hiç” bir durum olarak yaklaşmakta, çocukların yetişkinlerle ve kendi aralarında- ki farklılıklarından kaynaklanan nedenlerle ara konumlarda yurttaş olabilirliğini dışarıda bırakmaktadır. Buna karşılık Çocuk hakları kavramına, dolayısıyla çocukların yurttaşlığına yaklaşımları, bir yanda Çocuk Koruyucuları ya da Korumacılar, diğer yanda Özgürleştirmeciler denilenlerin bulunduğu iki gruba ayıranlar da bulunmaktadır (Tuncel, 1997: 73-4). Bunlardan birinciler çocuklarla ilgili her konuda yetişkinlerin müdahaleciliğine ağırlık verirken, ikinciler yapılanların “çocuklar adına” değil, “çocuklar için” yapılması gerektiğini vurgulayarak, çocukların yetişkinlerle aynı haklara sahip olmaları gerektiğini iddia etmektedir. Bugün için egemen olan anlayış da korumacılıktır. Bunun sonucu ise çocukların korunması ile ilgili konularda eli açık olan yetişkinlerin –ki kanımca uygulanma biçimiyle bu da sorunludur– iş çocukların katılımına gelince cimrice davranmalarıdır (Tuncel, 1997: 74).
Nitekim Roche’a göre çocukların yurttaşlığı meselesinde iki temel sorun bulunmaktadır. Birincisi, çocuk tanımının –daha önce de belirtildiği gibi– çok uzun bir dönemi kapsaması, bu nedenle bir bebek ile ergenin aynı kategori altında toplanmış olmasıdır. Nitekim araştırmalar bu yaş aralığının ortalarından itibaren çocuğun –kültürden kültüre ve coğrafyaya göre değişmekle birlikte– sorumluluk ve karar alabilecek olgunluğa erişmiş varsayılabileceğini göstermektedir, ayrıca sivil yurttaşlık bağlamında çocuğun katılımından anlaşılması gerekenin karar yapımına değil, süreçlere katılım olduğu da vurgulanmaktadır (1999: 483; Lister, 2005: 2) (44).
Çocukların yurttaş sayılmalarının önündeki ikinci engel ise modern düşüncenin birey tanımına esas olan akılcılığa ve otonomiye sahip olmamalarıdır – ki bunun nasıl beyaz ve erkek bir tasarım olduğunu Roche da eleştirmektedir (1999: 483). Buna karşılık Lister, çocukların bağımlılığını, karar alabilecek ehliyette olmamalarını açıklamak üzere kullanılan gerekçelere, yetişkinlerin de rasyonel olmayabileceğine, ayrıca ehliyetli ve otonom sayılmanın göreliliğine işaret eden çalışmalara gönderme yaparak, eleştirel yaklaşmaktadır (2005: 8).
Yine Roche’a göre, çocuk ve yurttaşlık tartışmasında gerekli olan, sadece çocuğun değil, yetişkinin ve yurttaşın da ne olduğuyla ilgili yaklaşımların gözden geçirilerek, yeni bir “sembolik ve pratik” konumun geliştirilmesidir (1999: 483). Diğer yandan yazara göre, ÇHS, temellendiği birbirini tamamlayan üç ilke; çocuğun refahı, ayrımcılıklara uğramaması ve katılımı –ki bunlar Onat ve Akço’nun yazılarında ayrıntılı olarak tartışılmıştır– çerçevesinde daha geniş bir yurttaşlık anlayışıyla çocuklara yaklaşmaktadır.
ÇHS çocuklara sivil, sosyal ve siyasal boyutların birbirini tamamladığı bir yurttaşlık anlayışıyla yaklaşmakta (Roche, 1999: 484) ve Tuncel (1997) ile Lister’in (2005) sözünü ettikleri iki uçtaki düşünceleri temsil edenlerin yaklaşımlarını dengelemeye çalışmaktadır. Sorun ÇHS’nin sağlamış olduğu dengeli ve geliştirilmeye açık çerçevenin yeni bir anlayışla hayata geçirilmesidir. Bunun için de Roche’a atfen daha önce söylediğim gibi, “çocukluk” ve “yetişkinlik” kurgularının yeniden yapılması gerekmektedir. Ancak anlatılmak istenen çocukların yetişkinlerden farklı olduklarını reddederek yaklaşmak değil –bütün farklılıklara olduğu gibi çocukların farklılıklarına da– yaklaşma biçiminin değiştirilmesidir. Bu çerçevede sorgulanan da çocukların “korumacılığın” konusu olmaları değil –ki kitabımızda savunduğumuz “medyadan korunma” da bunun bir parçasıdır– bu korumanın nasıl ve ne adına yapıldığıdır. Ya da “korumacılık maskesi” altında çocukların –aslında gerek sistemin “kaçakları”, gerek ikiyüzlülükleri, gerekse koşulların zorlamasıyla zaten büsbütün dışında durmadıkları– siyasal ve kamusal alana katılımlarının engellenmesidir.
Dolayısıyla önerilen, iktidarını yeniden-üretmenin bir aracı olarak kadın-erkek gibi karşıtlıklara –bu arada da “yetişkin çocuk” (sözde) karşıtlığına– ihtiyaç duyan ataerkil kurguyu yerinden etmeye yardım edecek, bir düşünme şeklidir. Bu ataerkil kurgu yerinden edildiğinde, “yetişkin çocuk” kurgusunun çocuk üzerindeki kurduğu hiyerarşik ilişkinin niteliği değişebilecektir. Üstelik yetişkinin lehine işliyor görünen bu hiyerarşik ilişkinin niteliği değiştiğinde, yetişkin, geleceklerini kurtarmak adına bugününe el koyduğu çocukları özgürleştirdiği gibi; kendisinin geleceğini de kurtarmış olacaktır. Çünkü tam da bu yetişkin merkezli kurgu nedeniyle yaşlandığında, “yeniden çocuklaşmış” muamelesi görecek olan yetişkinin elinden ehliyeti, dün ehliyet vermemekte direndiği yeni yetişkinler tarafından alınmaktadır. (45)
O halde başka bir “çocuk-yetişkin” ilişkisi için, nereden yola çıkmak gerektiği konusunda artık yeterince ipucumuz var.
Nasıl bir “çocukluk” tanımı?
Roche, “Çocuklar hakkında söyleyip yaptığımız her şey, aslında yetişkinler olarak kendimiz hakkında, bu dünyada kendimizi nereye yerleştirdiğimiz ve ne yapmak istediğimiz hakkındadır,” diyerek, “yetişkin-çocuk” ilişkisini başka bir biçimde tasarlayabilmek için bize cesaretlendirici bir zemin sağlıyor (1999: 484). Bu zeminden ilerleyebilmemiz ise psikanalitik ve yapı-çözümcü bir akıl yürütme yardımcı olabilir; eğer “toplumsal öteki” (örneğimizde, çocuk) benim içimde olup da yüzleşemediğim, başedemediğim öteki ben’in yerine koyduğumsa, bu ikame ötekiye atfettiklerim, aslında benim içimdeki ötekiliğe atfettiklerimdir. Dolayısıyla, “yetişkinlik” ve “çocukluğu” bir karşıtlık olarak kurduğumuz sürece, bu karşıtlığın öteki tarafına attığımız çocuklara güvenmiyoruz demektir, bu da aslında içimizdeki ötekiye, yabana, vahşiye, kötüye, onun tekinsizliğine güvenmediğimizdendir. Çocuğumuz “büyük adam” olsun istiyorsak, bu aslında “küçük adam” olarak eksikliğimizi onun başaracakları üzerinden tamamlamayı umduğumuzdandır. Yani “eksik-birey / özne olarak çocuk” imgesi bizim “öz” imgemizin bir yansımasıdır. Çocuğu disipline sokmak adına üzerinde kurmaya çalıştığımız iktidar da aslında, “kendimizi” kontrol etmek içindir.
Buna karşılık “ben / biz” diyebilmemiz her zaman bir “ötekini” gerektirdiği ölçüde, ötekisiz bir yaşam kurgusu da mümkün değildir. O halde ihtiyaç duyulan; ötekinin ötekiliğine / farklılığına saygı duymayı öğrenerek kurulacak, böylelikle aslında kendi içimizdeki farklıya / ötekiye, kendi çocukluğumuza, içimizdeki çocuğa, yaşlılığımıza saygı duymak da anlamına gelecek bir etiğin kurulmasıdır. (46)
Dolayısıyla “yetişkinleri” (“bizi”) ve “çocukları” (“onları”) hiyerarşik bir ilişki içinde değil, karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde tasarlayan (Roche, 1999: 484); ikisinin dünyasının kaçınılmaz olarak karşı karşıya değil, yan yana / birlikte olduğu noktasından yola çıkan (Tuncel, 1995: 5) bir etikten söz ediyoruz. Çocukluğun da, yetişkinlik gibi bir süreç olarak görülmesi gerektiğini düşünüyor ve bu ikisi arasındaki sınırların muğlaklığını kabul ediyoruz. Çocuklara birbirlerinden –cinsel, sınıfsal, ırka, kültürel, yaşa dayalı, bedensel gelişime, engelli olup olmamalarına dayalı– farklılıklarla ayrılan, bu farklılıkların “doğal” sonucu gibi gösterilen ayrımcılıklara konu olan heterojen bir grup oldukları hesaba katılarak yaklaşılmasını öneriyoruz. Çocukların farklılıklarını çoğunlukta / hâkim olana referanslı bir yaklaşımla “eksiklik” olarak görmeyerek, saygı duyan; eğer farklılıkları –toplumsal, siyasal, sivil yaşama katılım konusunda önlerine engeller çıkarıyorsa ya da istismar edilmelerine neden oluyorsa– çocukların olumlu ayrımcılıkların konusu olması gerektiğini düşünüyoruz. Dolayısıyla çocuklara ve çocuk haklarına “holistik / tek-tipleştirici olmayan” bir etikle yaklaşılmasını öneriyoruz. Ancak burada hemen, hukuk ile desteklenmeyen bir etiğin ya da sözünü ettiğimiz etik anlayışla anlaşılıp uygulanmayan bir hukukun eksik kalacağını da ekleyerek, hukuk ve etik ilkelerden birinin varlığının yetmeyeceğini vurgulayayım. Nitekim bu nedenle, yazarlarımızdan Tosun ve Cangöz metinlerinde medyanın çocuk hakları ihlallerinin hukuk olduğu kadar etik kod ihlalleri olduğunu da belirterek, çocuklarla ilgili olarak medyanın uymak durumunda bulunduğu ulusal ve uluslararası etik kodlara dikkatimizi çekiyorlar. Bu arada Önsöz’ün başlarında hak haberciliğini, etik ve politik olarak sorumlu gazeteciliğin durulmadan geçilemeyecek uğraklarından birisi olarak sunmakla, hak haberciliğinin bir hukuk sorunu olduğu kadar, etik sorun olduğunun da ima edildiğini hatırlatayım. (SA/HK)
(28) Postman 17. yüzyıla kadar genç erkeklerle 30-50 yaş arası erkekleri anlatmak için kullanılan sözcüğün aynı olduğunu; çünkü 7-16 yaş arasındaki çocuklar için, Fransızca, Almanca ve İngilizcede hiç sözcük bulunmadığını, “çocuk” sözcüğünün de belirli bir yaş dönemini değil, bir akrabalığı ifade edecek şekilde kullanıldığını da ekliyor (1995: 26-7).
(29) Burada Post-Kolonyal Eleştiri içinden ilerleyen üçüncü dünyalı kuramcıların, aydınlanma düşüncesinin Batı-dışı dünyanın önüne koydukları birey, erkek-kadın, Doğu-Batı, ilerleme, demokrasi, modernleşme kavramlarıyla, anlatılarını, bunların üzerine kurulduğu epistemoloji ve ontolojinin zeminini oynatan katkılarını hatırlatmak, bu vesileyle Edward Said, Gayatri Chakravorti Spivak, Homi Bhabha gibi isimleri anmak gerek.
(30) Roche, nitekim bu nedenle çocuklara ya hep “başları belada” (in trouble) ya da “başa bela” (trouble) olarak yaklaşıldığını, bunlarında onu yoksaymakla aynı anlama geldiğini söylüyor (bkz. Roche, 1999: 477, 486). Bu arada yazdıklarımı okurken meslektaşım Tuğrul İlter, aslında çocuğu zaten böyle –himaye ve kontrol edilmesi gereken biçimde– varsaymanın onu yok sayma anlamına geldiğine ve bunun –yapıçözümcü bir yaklaşımla– bizzat bir hak ihlali görülebileceğine dikkatimi çekti.
(31) Kavram Habermas’ın, ancak ben onun bir zamanlar ideal bir koşul ve ortak eleştirel aklın oluştuğu bir müzakere ortamı olarak varken, sonradan yüzyüze ilişkilerin yerini medya-dolayımlı ilişkilerin alması, kapitalizmin gelişim süreci vb. nedenlerde, yokolduğu‚ sözde-kamusal alana dönüştüğü” iddialarının modernist, Batılı-erkek özne merkezli, dolayısıyla seksist kurgusunu eleştirenleri izliyorum, ancak yine de kavramı, Laclau ve Mouffe tarafından geliştirilen agonistik bir radikal-demokrasi projesinin zemini olarak kimliklerin (kamuların) farklılıklarından vazgeçmek yerine, farklılıklarını koruyarak bir arada olabilecekleri bir hegemonik mücadele alanı olarak görmek kaydıyla kullanılmasından yana tavır alıyorum. Habermas’ın görüşlerinin bir özeti için kitabımızdaki Cangöz imzalı yazıya, Radikal Demokrasi anlayışı için Laclau ve Mouffe’ ün (1992) ortak çalışmasına, Fuat Keyman’ın başta (Türkiye ve Radikal Demokrasi, Ankara: Bağlam Yay., 1999) olmak üzere bu kavramı Türkiye için geliştiren kitaplarına, ayrıca yine Habermas’ın kamusal alan kavramı ile bu kavramın gözden geçirilmiş haliyle 20. yüzyılı anlamak üzere kullanıldığı çalışmaları bir araya getiren Meral Özbek (2005) imzalı derlemeye bakılabilir.
(32) Postman İngiltere’de 1780’lerin sonlarına kadar iki yüz kadar çocuğun asıldığını söylüyor. Oysa çocuklar artık en azından asılmıyorlar. Bu arada Türkiye’de 1980 askeri darbesi sonrasında asılan 17 yaşını doldurmamış –yani çocuk olan– Erdal Eren’i hatırlayalım ve darbenin lideri Kenan Evren’in, Erdal gibi idam ettiği gençler için söylediği; “asmayalım da, besleyelim mi” sözünü, yetişkinlerin çocuklarla ilgili korumak- kontrol etmek ikiliğinin aslında nasıl birbirinin yerine geçebilecek, birbirini tamamla- yan bir kurgu olduğuna belki de “en kara” örneklerden biri olarak not düşelim.
(33) Bu tartışmayı Kadın Odaklı Habercilik kitabının Önsöz’ünde de bulacaksınız.
(34) Dolayısıyla feminist Post-Kolonyal eleştirinin ortaya koyduğu gibi, Batı (erkek) ile Doğu (kadın) gibi bir karşıtlık kuran Oryantalist tasavvur da, fallusmerkezli/ataerkil bir epistemoloji ile ontoloji üzerinde yükseliyor (ilgili tartışmaya bir örnek olarak bkz. Meyda Yeğenoğlu, Colonial Fantasies, Cambridge: Cambridge Univ. Press, 1999).
(35) Demokrasilerin arketipi gibi görülen Antik Yunan’da Polis, kadınların, çocukların, kölelerin [ve yurttaş olmayanların] oikos’un (özel alanın) despotluğunda tutularak, kamusal alana yaklaştırılmadığı (Habermas, 1997: 60) bir erkekler demokrasisiydi. Aslında özellikle kadınlar açısından epey yol alınmış olsa bile –kaçak işçileri, göçmenleri “modern köleler” sayarsak– durum hâlâ daha pek farklı değil.
(36) Roche’un (1999: 490) makalesinde gönderme yaptığı F. Olsen (“Children’s Rights: Some Feminist Approaches to the UN Convention on the Rights of the Child” P. Alston ve S. Parker, J. Seymour (haz.), Children, Rights and Law, Oxford: Clarendon Press, 1992: 192-220); çocukların ihmal ve suistimal edilmelerinin, “çocuklara bakmak” başlıca sorumluluğu olarak görülen kadınların ihmal ve suistimallerinin bir parçası olduğunu; kadınların durumunun çocukların rol ve statüsünden yakından etkilendiğini, koşulların çocuklar lehine olduğu yerlerde, kadınların da lehine bir durum olduğunu söylüyor.
(37) Özel alanda çocuklar giderek, özellikle de yoksul ve tek-velili ailelerde, annenin çalıştığı durumlarda, yaşlılara, diğer kardeşlere refakatçilik, bakıcılık yapıyorlar ve as- lında bu ev içinde gerçekleşen bir “sömürü” ve ödenmeyen bir emek.
(38) Bu arada geleneksel medyanın çocukları kamusal alanın kapısından kovarken, bilgisayar ve internet teknolojisi sayesinde yeni medyanın onları bacadan içeri aldığını söylemek mümkün. Çünkü çocuklar bu kamusallıklar yoluyla sörf ve chat yaparak, bilgisayar oyunlarının dünyasında gezinerek büyüklerin kamusallıklarına –hem de kendileri için en tehlikeli sayılanlarınkine (çocuk pornografisi de dahil pornografinin dünyasına)– sızabildikleri gibi, bilgisayar oyunları üzerinden kendilerine ait kamuların da yaratıcısı olabiliyorlar. Nitekim John Keane çocuk kamularını “mikro kamusal alanlar”dan biri sayıyor (“Structural Transformation of the Public Sphere”, The Communication Review, 1/1:1-22).
(39) Feminist eleştirinin çocuklarla kadınların sorunlarının benzeşip, ayrıştıkları noktalara dair söylediklerinin bir özeti için, bkz. Lister, 2005:7-11.
(40) Örneğin Onat ve Alço’nun yazılarında belirtildiği üzere; “TCK 31. Madde gereği 12 yaşının altındaki çocukların eyleminden ise ‘suç’ diye bahsedilemez. Dolayısıyla kendilerine ‘suçlu’ denilemez. Bu ‘masumiyet ilkesinin’ gereğidir. Ancak daha önemlisi 12 yaşın altındaki çocuklar tarafından gerçekleştirilmiş eylemin ‘suç’ kavramının tanımında yer alan unsurlardan birisi, ‘ehliyet’ eksik (kusur) bulunduğundan bu çocuklar hakkında ‘suçlu’, eylemleri hakkında da ‘suç’ denilememesidir.”
(41) Bu konuda İnsan Hakları Haberciliği kitabımızdaki Levent Köker’e ait, çerçeve yazıya bakınız.
(42) Bunun örnekleri için, Değirmencioğlu’nun yazısına bakınız.
(43) Lister ayrıca başka yazarların “beklemedeki yurttaşlar” (citizens-in-waiting) ve “yurttaşlığı öğrenenler” (learner citizens) gibi kullanımları da aktarmaktadır.
(44) Kitabımızda çocukların katılımıyla ilgili tartışma, özellikle üç yazıda yapılıyor, Ezgi Koman’ın “Çocukların Medyaya Katılımı” başlıklı yazılarıyla Onat ve Akça’nın, Değirmencioğlu’nun yazıları (bu sonuncu yazıda çocuk-merkezli, katılımlı uygulamalarla ilgili örnekler de var.
(45) Dolayısıyla muktedir ve akıllı-erkek-merkezli modern düşüncenin bir diğer mağduru da, bu ikisini birden yitirmiş olduğu varsayıldığı için kendilerine artık “çocuk gibi” davranılmaya başlanan yaşlılardır (Oysa modern anlatı tarafından “gençlik” bu kadar mitleştirilmeden önce, yaşlılara “bilgelik” atfedilirdi). Böylelikle “yetişkin-çocuk” hiyerarşik kurgusunun mimarı olan “yetişkin”, kurtulduğunu sanarak geride bıraktığı çocukluğa, tam da bu kurgunun bir sonucu olarak geri dön(dürül)mekte, yetişkinlikle kazandığı ehliyet / iktidar elinden alınmaktadır. Yani bu zihniyet kurgusunun zararı, sadece “yarının yetişkinleri olacak bugünün çocuklarına” verilen bir zarar değil, yarın “yeniden-çocuk” olacak bugünün yetişkinine, dolayısıyla yetişkinin kendi kendine verdiği bir zarardır. (Bu noktalara dikkatimi çektiği için Tuğrul İlter’e teşekkür ediyorum).
(46) Bu etik anlayışını daha önce, Habercinin Elkitabı dizimizin ikinci kitabı Medya, Etik ve Hukuk’un Önsöz’ünde ve Simon Critchley (1999)’in Levinas ve Derrida’nın etik anlayışlarını tartışan kitabının yol göstericiliğinde tartışmıştım. Burada da aynı kaynağa gönderme yapıyorum.