İsveç’teki eğitim sisteminin Türkiye’ye nazaran sunduğu çok daha olumlu koşulların etkisiyle, sırf çocukları için İsveç’te kalmaya devam eden birçok göçmen aile tanıyorum. Söyleşinin de konusu olan İsveç anaokullarında; çocuklara tanınan bireysel alan ve çocuklara birey olarak davranılması, işlerini kendi başlarına yürütmelerine yönelik teşvik, ailelerin gelir durumlarına göre ya hiç ücret alınmaması ya da cüzi bir ücret alınması, bu anlamda fırsat eşitliğinin sağlanmış olması, çocukların okullarda ücretsiz ve sağlıklı beslenebilmeleri, istedikleri materyallerin devlet tarafından tedarik edilmesi, anne babaların okulların içine rahatça girebilmeleri ve talepleri halinde okulun içinde bir tam gün çocuklarını gözlemleyebilme hakkı gibi birçok artı mevcut.
Peki göçmen çocuklar için de durum aynı mı? Gerek İskandinavyalı gerekse göçmen çocuklar eğitimde hemen hemen aynı fırsatlara sahipler. Ancak göçmen ailelerin İsveç toplumu ile olan sosyal uyumları ve bunun çocuklara etkisi süregiden tartışmalara sebep toplumsal bir gerçeklik. 2022 yılında yayımlanan bir araştırmaya göre 3-5 yaş aralığındaki çocukların yüzde 95’i anaokuluna gidiyor ve bu çocukların ¼’ü yabancı kökenli.
Aynı araştırma, İsveç’in çok dinli bir ülke de olduğunu belirterek, birçok anaokulunun, dini azınlıkların geleneklerinin daha fazla görünürlük kazanması açısından bunları müfredatlarına entegre etme gayretinde olduğu sonucuna varmış. Yine de belirtmek gerekir ki; tatil edilen günlere ilişkin bayramların (Noel, Paskayla, Midsummer denilen Yazortası tatili gibi) sadece Hristiyan dinine ait ritüeller olması diğer göçmenler tarafından eleştiriliyor.
2019 tarihli bir başka araştırma ise; İsveç eğitim sisteminde çok kültürlü bir yaklaşımın benimsendiği iddiasına rağmen, asıl uygulananın baskın kültürel gelenekler olduğunu ve göçmen ailelerin ve çocuklarının kenarda konumlanarak belirli bir standarda uyum sağlamaya teşvik edildiğini ortaya koymuş.
Yine aynı araştırmaya göre göçmenler her zaman ‘ötekiler’ ve amaç, çok kültürlü bir toplumun sürekliliği değil, daha ziyade ötekinin ulusal alan içinde hoşgörüyle karşılandığı, ancak hiçbir zaman onun bir parçası olmadığı bir İsveç ulusu yaratmak.
Kendi kişisel gözlem ve deneyimlerini bizlerle paylaşan Seda Şanlıer, İsveç’in Halmstad kentinde hem anaokulu öğretmeni olarak çalışıyor hem de serbest gazetecilik yapıyor. Şanlıer ile gerek İsveç’teki okul öncesi eğitim gerekse göçmen çocukların durumu hakkında konuştuk.
Merhaba Seda, öncelikle biraz seni tanısak… Nerede doğdun, ne okudun, ne zaman İsveç’e geldin, İsveç’e gelmeden önce neler yaptın?
Ailem Karadenizli ancak ben İstanbul’da doğdum ve büyüdüm. Kocaeli’nde halkla ilişkiler okudum; mezun olduktan sonra değişik firmalarda çalıştım. İsveç’te ise 13 senedir yaşıyorum. İsveç’e geldiğim ilk dönemde, dil okulu yanında üç ay boyunca bir anaokulunda dil pratiği yaptım. Daha sonra yaşadığım şehirde bulunan bir gençlik merkezinde 6 ay çalıştım.
Çocuklarla birlikte vakit geçirmekten keyif alıyorum. Anaokulunda staj yaptığım zaman çocuklarla çalışmanın bana uygun bir iş olduğunu fark ettim. Bu iş üzerinden ilerlemeye karar verdim. İsveç’te belediyelerin ‘Bemanning’ denilen işçi havuzları oluyor ve uygun şartlara sahip iseniz, o havuza anaokulunda çalışmak için kaydınızı yaptırıyorsunuz. Ben de kaydımı yaptırmıştım. Bahsettiğimiz bu sisteme kaydolduğunuzda bu alanda çalışan insanlar işe gidemediklerinde onların yerine çalışabiliyorsunuz. Bu sayede günlük, haftalık ya da aylık işler bulmanız mümkün olabiliyor.
Çalışırken dil eğitimime devam ettim. Ayrıca İsveç’te üniversiteye gidebilmek için gerekli olan dersleri tamamladım. Yani İsveç’e geldikten üç yıl sonra ortaokul öğretmenliği için eğitim fakültesine kaydımı yaptırdım ve aynı yıl Türkiye’de Gezi eylemleri vardı; o yıl Türkiye’ye gittim. Bir ara gönüllü öğretmen olarak çalıştım. Odak Dergisi’ndeki arkadaşların, çocukların derslerine yardımcı olmaya yönelik bir çalışmaları vardı. Bu çalışma kapsamında Sarıyer Ömürtepe’de maddi durumları iyi olmayan ailelerin çocuklarına haftada bir gün ders verdik, onların derslerine yardımcı olmaya çalıştık. Bunu o dönem Boğaziçi’nde okuyan bazı öğrenci arkadaşlarla beraber organize etmiştik.
İsveç’e geri döndüğümde bir anaokulu benimle uzun süreli çalışmak istediğini belirtti ve aynı okulda sözleşmeli işçi olarak çalışmaya devam ettim. O sıralarda okulun uzakta olması, motivasyonumun düşmesi gibi sebeplerle ortaokul öğretmenliğine devam etmedim. Başka bir eğitim fakültesinin anaokul öğretmenliği bölümüne tekrar müracaat ederek kayıt yaptırdım. Orada 3,5 yıl okudum. Yaklaşık bir yıldır anaokulu öğretmeni olarak çalışıyorum.
Serbest gazetecilik yaptığını söylemiştin, nerelerde yazıyorsun?
Odak Dergisi ve Yeniposta’da bazen köşe yazıları yazıyorum. Odak Dergisi’ne yoğun olmak üzere her iki yayın organına da haberler yapıyorum.
İsveç’in okul öncesi eğitim politikasıyla ilgili ne düşünüyorsun?
İsveç’te okul öncesi eğitim için mevcut bir müfredat var. Pedagoglar ve müdürler bu müfredata okul öncesinin İncil’i derler. Çünkü eğitimcilerin yapacağı çalışmalar ve etkinlikler orada belirlenen hedefler üzerinden şekillenir. Bana göre, müfredatla ilgili en büyük problem, müfredatta yazılanları belirleyenlerin burjuva siyasetçileri olması. Pedagogların bu süreçte kuşkusuz belli bir rolü var. Çocukların durumları da dikkate alınıyor. Ancak gene de üsten belirlenen bir yönetim anlayışı var.
Okullardaki çocuk grup sayısının çok olması ancak buna karşı yeterli pedagogun olmaması, müfredatın hedeflerinin uygulanması önünde de engel oluşturabiliyor. Örneğin çalıştığım bir bölgedeki bir okulda 21 öğrenci ve 3 pedagog var. Bir de buna daha çok özel zamana ihtiyacı olan çocukları eklediğimizde her çocuk için öğrenme ortamı yaratmak zorlaşıyor. Daha az çocuklu gruplar ve yeterli pedagog sayısı İsveç Öğretmenler Sendikası’nın (Sveriges Lärare) da taleplerinden biri. Çünkü bu durum yani çocuk gruplarında yer alan çocukların fazlalığı ve pedagog yetersizliği sadece çocukların öğrenme ve gelişimini değil aynı zamanda eğitimcilerin sağlıklarını da olumsuz etkiliyor. Örneğin tükenmişlik sendromu, eğitimciler arasında sıkça görülen bir sağlık sorunu. Sebebi ise işyerinde yaşanılan stres.
Bir de son dönemde askeri harcamalara ayrılan bütçenin artması başka alanlarda bütçe kısıtlamalarına gidilmesine sebep oluyor. Eğitim alanı askeri harcamalara feda edilen alanlardan biri. Kısıtlı bütçeyi bahane eden yöneticiler, örneğin bir okulda ekstra çalışana ihtiyaç duyulduğu halde böyle bir çalışan için ödenek ayırmayıp; onun yerine iş yükünü diğer çalışan eğitimcilere yüklüyorlar. Son dönemde karşılaşılan problemlerden biri de bu.
Bütün saydığım problemlere rağmen İsveç’te aileler, okul öncesi eğitime Türkiye’deki aileler gibi büyük paralar harcamaz. Türkiye’de okul öncesi eğitim, özel sektörün elinde. Aileler tarafından ciddi paralar ödeniyor. Hele de ismi duyulmuş bir özel okul ise ödenen paraların haddi hesabı yok. Dolayısıyla ortaya çıkan tablo şu oluyor: Parası olan çocuğunu anaokuluna gönderebiliyor, parası olmayan gönderemiyor.
Türkiye’de yaşanılan bu durum çocuklar arasında fırsat eşitsizliğinin artmasına sebep oluyor. Ancak İsveç’te böyle bir durum söz konusu değil. Her üç yaşını dolduran çocuğun 15 saat anaokulunda ücretsiz eğitim hakkı var. Bu zaman zarfı içinde çocuklara verilen öğle yemeği de ücretsiz. Anaokulundaki her materyale istedikleri zamanda ulaşabilirler, bunun için ekstra bir ücret ödemezler. Eğer aile çalışıyor ve çocuk haftada 15 saatten fazla okula geliyor ise o zaman aileler para ödüyor ama bu paralar da öyle büyük paralar değil.
Burada çocukların kişisel alanlarına çok saygı duyulduğu, hatta öğretmenlere yönelik kırıcı şeyler söylenmesine bile izin verildiğine dair şeyler duyuyorum. Buna dair eleştirilerin, gözlemlerin, deneyimlerin nedir?
Kısmen doğru. Çocukların, iki yaşından başlayarak bir takım günlük işlerini yapma yeteneklerinin geliştirilmesine önem verilir. Bu durum, çocukların birbirleriyle ilişkilerinin nasıl olması gerektiği konusunda akıl yürütmelerine ve bu konudaki sorumluluklarının gelişmesine yardımcı oluyor.
Çocuklar yine anaokullarında (1 ve 5 yaş arası) grup çalışmaları yapmaya da başlarlar. Grup çalışmalarında kendilerini ifade ederler, dayanışmacı yönleri gelişir ve çocuklara birey olma öğretilir. Buradan yola çıkarsak, çocukların kişisel alanına saygı duyulması veya onlara yetişkin gibi davranılmasını doğru buluyorum. Çocuklarla ilgili ortaya çıkan sorunları pek bu sorduğun soruyla alakalı görmüyorum.
Burada belirleyici olan çocuklarla kurulan ilişki. Üstten, küçümseyici ve onlar adına karar veren yetişkinler olursak çocukların buna tepki göstermesi kaçınılmaz olur. Böyle bir ilişki türüne kim karşı çıkmaz? Çocukları öyle bir noktaya çekmişiz ki ‘çocuk gibi davranma’ sözü birçok toplumda aşağılayıcı bir söz olarak kabul görmüş. Dolayısıyla burada belirleyici olanın çocuklara çok alan açılması değil; onlarla kurduğumuz ilişkinin ne kadar eşitlikçi, dayanışmacı ve diyalog temelli olmasıyla ilgilidir diye düşünüyorum. Elbette, bazen çocukların küfrettiklerine hatta şiddet uyguladıklarına da şahit olabiliyoruz. Birbirlerinden ya da bir yerlerden öğreniyor ve öğretmenlere karşı da bunu yöneltebiliyorlar. Fakat yaptıklarının yanlış olduğunu anlamalarına yardımcı olmak çok zor değil.
Birçokları gibi benim de aklımda, çocukların olumsuz davranışları değil de dürüst davranışları daha çok kalıyor. Mesela, geçenlerde saçımı kestirmiştim ve bu durum çocukların dikkatini çekti. Bir öğrencimin gün boyunca beni izlediğini fark ettim. Daha sonra oyun oynarken kendisine: ‘Saçımı beğendin mi?’ diye sordum. Gözlerini kısarak: ‘Hayır, güzel olmamış’ dedi. Ertesi gün annesiyle sohbet ederken, annesi saçımın yakışmış olduğunu söyledi. Ben ise çocuğunun saçımı beğenmediğini söyledim. Annesi tekrar çocuğa: ‘Seda’nın saçını beğendin mi?’ diye sorunca çocuk yine net bir ses tonuyla: ‘Hayır, beğenmedim’ dedi. Keşke benzer dürüstlük biz yetişkinlerde de olsa.
Göçmen çocukların okul öncesi eğitimdeki entegrasyonlarına dair düşüncelerin nedir?
İsveç’te okul öncesi eğitimde çocukların entegrasyon konusunu, çocukların aileleriyle ve yaşadıkları sosyo-ekonomik koşullarla birlikte ele almak gerektiğini düşünüyorum. Bir aile ne kadar İsveç’in diline, kültürüne, yaşantısına aşina olmuşsa çocuklar da genellikle o oranda entegre oluyor.
Anaokulunda çocukların kaynaşması için iyi bir ortam sağlanabiliyor. Ancak çocuklardaki entegrasyon sorunu ne kadar zor fark edilse de esas olarak anaokulunda gelişiyor. Ben hem İsveçli orta sınıf ailelerin yaşadığı yerlerde hem de göçmen kökenli yoksul ailelerin yaşadığı yerlerde çalıştım. İsveçli çocuklar daha itaatkar yetiştiriliyor. Bu açıdan yabancı kökenli erkek çocukların anaokulundaki davranışları kolay fark ediliyor. Çünkü bu çocuklar okulun genel normlarını ihlal eden eğilimler gösterebiliyorlar. Örneğin arkadaşına karşı şiddet eğilimi gösterdiğinde dur dediğimiz noktada durmayabiliyor. Hatta bunu unutmuyor, sonrasında yine benzer bir şiddet uygulayabiliyor.
İsveçli çocuklarla, yabancı kökenli çocukların oyuncak seçimleri bile farklı. İsveçli çocuklar genelde kadın yahut erkek oyuncağı ayrımı yapmayıp her oyuncakla oynuyor. Fakat yabancı erkek çocuklarının ilgi alanı daha çok silahlı oyunlar ve arabalar. Bu arada okullarda silahlı oyuncaklar yok, çocuklar legolarla yahut dışarıya çıktıklarında çubuklarla silah figürü yapıyorlar. Bunda ailelerinin sahip olduğu kültürün de etkisi var, muhakkak. Dolayısıyla anaokulunda zor fark edilen uyum sorunları daha çok ilkokul ve ortaokul döneminde açığa çıkıyor.
Bunun dışında, çalıştığım bölümde 19 tane çocuk var ve bu çocukların içinden sadece bir tanesi etnik olarak İsveçli. Çünkü bölgede etnik İsveçli sayısı yok denecek kadar azaldı. İktidarlar zaman zaman şikayetçi olsalar bile, getto niteliğindeki yani göçmenlerle etnik İsveçlilerin ayrıldığı göçmen mahalleleri, sistemin ürünüdür. Bu gibi bölgelerde yaşayan göçmen çocukların karşılaştıkları İsveçliler, okulda gördükleri İsveçliler oluyor.
Ayrışmanın bu kadar yoğun olduğu bölgelerde de ortaya çocukların dili öğrenememesi ve buna bağlı olarak okullarda başarısız olma durumu oluşuyor. Okulda başarısız olan çocukların birçoğu, kendilerini ifade etme alanı olarak ne yazık ki suç çetelerini görüyor.
Son olarak, göçmen bir kadın olarak İsveç’te zorluk yaşadın mı? Bunun dışında olumlu deneyimlerin olarak neleri sayabilirsin?
Kadınlar dünyanın neresinde olursa olsun, her yerde zorluklarla karşılaşabiliyorlar. Sadece bulundukları yere göre bu zorluklar farklılıklar gösteriyor. İsveç’te de kadına şiddet, kadın cinayetleri ve tecavüzler var. Son yıllarda kadınlar sokakta kendilerini güvende hissedemeyecek hale gelmeye başladılar. Çeteler de var. Hatta Müslüman kökenli göçmenlerde “namus” baskısı bile var. Yani bu ülkeler ne yazık ki cennet değil.
İsveç’te kadınların karşılaştığı en büyük sorunlardan biri emek sömürüsü. Kadın hakları konusunda diğer ülkelere göre oldukça iyi konumda olan İsveç’te bile; hala kadın ve erkek aynı işi yapıyor olmasına rağmen, aynı ücreti almıyor. Göçmen bir kadın iseniz bu sefer kadın artı göçmen olduğunuz için 1-0 geriden başlıyorsunuz.
İsveç’te yazılmamış bir kural vardır, kimse kimseye ne kadar maaş aldığını söylemez. Bu kuralın ne zaman oluştuğunu bilmiyorum. Egemenler tarafından amaçlanarak oluşturulduğu kesin. İşveren ve işçi arasında bireysel maaş görüşmesi denilen bir görüşme yapılır ve orada işçinin alacağı maaş belli olur. Bu şu anlama geliyor, bir kişi bir çalışma arkadaşıyla aynı işi yapıyor olmasına rağmen aynı maaşı almayabilir. Kanımca maaşın işçiler arasında konuşulmaması ortak davranmayı engellemek amaçlı. Çözümü de bireysel çabada görüyor. Bireysel çabalar, işçilerin bölünmesine ve daha kolay yönetilmesine yardımcı oluyor.
Ben de bir iş arkadaşımla aynı maaşı almadığımı öğrendim, aynı işi yapıyor olmamıza rağmen. Bu durumu bağlı olduğum sendikayla görüştüm. Sendikadan bir yönetici bana bireysel maaş görüşmelerinde işverenin maaş belirlerken birçok kriteri göz önünde bulundurduğunu belirtti. Kriterler arasında işçinin deneyiminin, eğitiminin, yaşının yanında İsveçli olup olmamasının da önemli olduğu ekledi. Bu son kısım durumu kafamda açıklığa kavuşturmuştu.