“Nehirler ve Çocuklar – Büyük Menderes Havzasında Yavaş Şiddetin Görünümleri” raporu/kitabı, Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı (BAYETAV) ve Mekânda Adalet Derneği (MAD) ve) işbirliği ile gerçekleştirilen Büyük Menderes Havza Çalışması’nın gözlem, değerlendirme ve izlenimlerinden oluşuyor.
Uşak’ın Eşme ilçesindeki Ulubey Kanyonu civarında bulunan altın madeninin yol açtığı sorunları inceleyerek başlayan havza çalışması, Denizli’deki açık linyit madenine ve oradan da Aydın ilindeki jeotermal enerji yatırımlarının sebep olduğu sorunlara uzanıp Büyük Menderes Nehri’nin denize döküldüğü yer olan Söke’de son buluyor.
Kitabın yazarı Gıda Mühendisi Dr. Bülent Şık ile çalışmanın kapsamını, yavaş şiddet mefhumunu, Büyük Menderes Havzasını tehdit eden sorunları ve bu sorunların özellikle çocukları nasıl etkilediğini konuştuk.
Raporda, saha çalışmalarınızı yürütürken üç tematik sorun odağı belirlediğinizi söylüyorsunuz. Nedir bu üç odak?
Çalışmayı Mekânda Adalet Derneği (MAD) ve Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı (BAYETAV) birlikte gerçekleştirdi. Amacımız toplumsal hayatın devamlılığını tehdit eden çevresel adaletsizlik, ekolojik yıkım, çevre kirliliği, mülksüzleştirme gibi sorunlara dikkat çekmek ve bu sorunları çözmeye yönelik kamusal politikalara katkı sağlayabilmekti.
Kısıtlı bir zaman ve mütevazı bir araştırma bütçesiyle havzanın bütününü incelemek çok zor olduğu için saha çalışmamızı altın madeni, kömür madeni ve jeotermal enerji santralleri olmak üzere üç tematik sorun odağı belirleyerek ve bu sorunların öne çıktığı belirli yerleşim noktalarıyla sınırlı tutarak yürüttük. Havza genelinde en fazla önem arz eden bu üç sorunun yol açtığı ekolojik ve toplumsal sorunları olabildiğince geniş ve disiplinler arası bir bakış açısıyla belirlemeye çalıştık.
Aydın, Denizli ve Uşak
Nasıl bir çalışma yürüttünüz?
Yaptığımız çalışma, havzadaki madencilik ve enerji odaklı faaliyetlerin çevresel ve toplumsal etkilerini, bu projelerden olumsuz etkilenen kesimleri ve yerel çevre mücadelelerini kamu refahını dikkate alan bir perspektiften görünür kılmayı amaçlıyor. Çalışmada havza sınırları içinde en büyük alana sahip olan Aydın, Denizli ve Uşak illerindeki kömür ve altın madenciliğiyle jeotermal enerji yatırımları odağında yöre sakinlerinin yaşadıklarını kayda geçirmeye; yıkımın, mülksüzleştirmenin, kirletmenin ve sadece insanların değil diğer canlıların da yaşam alanlarını daraltmanın, susuz ve nefessiz bırakmanın yol açtığı ve açacağı meselelere dikkat çekmeyi amaçladık.
Çalışma boyunca bölge sakinleri, sivil toplum örgütü temsilcileri, hukuki mücadele yürütenler ve uzmanlarla çeşitli görüşmeler yaparak sorunları ve faillerini kayda geçirmeye, insan merkezci bir bakış açısından olabildiğince kaçınmaya, diğer canlı türlerinin sağlığını ve esenliğini de gözden kaçırmamaya çalıştık.
Çalışmanız için neden özellikle Büyük Menderes Havzası’nı seçtiniz?
Büyük Menderes Havzası ülkemizin en büyük sulak havzası. Aydın, Denizli, Uşak ve Afyon başta olmak üzere 10 ili kapsayan havzada 2,5 milyon insan yaşıyor. Havzadaki enerji yatırımları ve madencilik faaliyetlerinin doğurduğu sorunlar ülkemizdeki başka sulak havzalar ya da yöreler için de büyük ölçüde geçerli. Örneğin Uşak’ın Eşme ilçesindeki Kışladağ altın madeninin yol açtığı susuzluk ve kimyasal kirlilik sorunları ya da Denizli Avdan’daki açık linyit ocağının doğurduğu mülksüzleştirme, tarım alanlarının, zeytinliklerin tahribi gibi sorunlar ülkemizdeki başka bölgeler için de geçerli.
Esasen bu tip sorunların özellikle de altın madenciliği ve açık kömür madenciliğinin doğurduğu sorunların dünya genelinde çeşitli ülkelerde gözlendiği de bir gerçek, raporda da olabildiğince bu konulara yer vermeye çalıştım. Dikkat çekmek istediğimiz bir başka mesele ise jeotermal enerji yatırımlarıydı. Jeotermal enerji temiz ya da yeşil enerji olarak biliniyor; ancak doğru bir şekilde yapılmadığında ciddi bir çevre kirliliğine özellikle de su kirliliğine, tarımsal faaliyetlerde gerilemeye yol açtığı da bir başka gerçek ve buna dikkat çekmeye çalıştım.
Yavaş şiddet
Raporun başlığında da göze çarpan bir diğer önemli nokta “yavaş şiddet” meselesi. Nedir yavaş şiddet?
Şiddet zarar verme amacı güden fiziksel güç kullanımına dayalı bir eylem olarak, beklenmedik, bir anda ortaya çıkan bir şey gibi düşünülüyor. Oysa fiziksel, zihinsel ya da psikolojik şiddete maruz kalmanın türlü biçimleri var. Çevrede bulunan toksik kimyasal maddelere maruz kalmak söz konusu olduğunda örneğin, anlık değil, zamana yayılan, olumsuz etkileri uzun zaman içinde ortaya çıkan bir şiddetten, yavaş yavaş gerçekleşen bir şiddetten söz etmek gerekir. Toksik kimyasallara maruz kalmak böyle bir şiddete, yani yavaş şiddete verilebilecek en önemli örnektir.
Maruz kalmanın olumsuz etkileri ya da sağlık sorunları çoğu durumda yıllar sonra, yaşamımızın ileri dönemlerinde açığa çıkar. Zararlı etkileri yıllar içinde ortaya çıkan bir şiddeti fark etmek, zarara yol açan etkenleri ya da failleri belirlemek dikkatle bakmayı gerektirir. Yavaş şiddete maruz kalan toplumsal kesimlerin yoksullar, azınlıklar, mülteciler ve sığınmacılar gibi görmezlikten gelinen, kamusal hayatın kolayca dışına itilebilen insanlar olması dikkatimizi belli yerlere ya da kesimlere yöneltmeyi gerektirir. En büyük dikkati yöneltmemiz gereken toplumsal kesimse çocuklar. Yavaş şiddet en önce ve en fazla çocukları etkiliyor çünkü.
“Nehirler ve Çocuklar” raporunda esasında en çok, gözlemlediğiniz sorunların çocuklar üzerindeki etkilerine değiniyorsunuz. Neden özellikle çocuklar üzerindeki etkileri ele aldınız?
En önemli nedeni çocukluk çağının yaşamın başka hiçbir dönemiyle kıyas edilemeyecek ölçüde benzersiz olması. Çocukları küçük yetişkinler olarak görme eğilimi çok baskın, oysa bu bakış açısı çok yanlış, çocuklar küçük yetişkinler değil, onlar bir nüfusun benzersiz bir alt nüfus grubu olarak görülmeli. Anne karnında başlayan ve ergenlik çağının sonlarına değin uzanan dönem çocukların çevresel etkenlere en hassas oldukları dönemdir. Çevresel etkenler deyince soluduğumuz hava, yediğimiz içtiğimiz her şeyi dikkate almak gerekir. Çocukları saran bu çevre toksik kimyasallar açısından ne kadar kirletilmiş ise çocuklarda büyüme ve gelişme sürecindeki gerileme de o ölçüde fazla oluyor.
Çocukların sağlığına kasteden ama kolayca fark edilemeyen, olumsuz etkileri ancak yıllar sonra ortaya çıkan bir sorun olan toksik kimyasallara maruz kalmak yavaş şiddetin en tipik ve dünya genelinde en yaygın örneklerinden biri. Çocuklara yönelik şiddetin türlü biçimleri var ve kanımca en ağır olanı da bu tip, yani tespit etmesi zor olan, dikkatle bakmadıkça, üzerinde titizlikle durmadıkça görülemez olan şiddet. Görülemez, çünkü bu şiddet biçimi çocukların entelektüel/bilişsel kapasitesine zarar verir ve bu kapasitedeki düşmeyi ya da gerilemeyi fark etmek kolay değil. Dolayısıyla gıda güvenliği, temiz hava hakkı, gıda güvencesi, çevre sağlığı gibi konularda çocukları odak noktasına koyan bir perspektifle kamusal politikalar oluşturmamız zorunludur.
Çözüm önerileri
Çalışma sürecinizde çocuklarla da konuşma imkânı bulabildiniz mi?
Saha çalışması esnasında çocuklarla görüşme yapmamız ve onların görüşlerini almamız ne yazık ki mümkün olmadı. Çocukların görüşlerine yer vermek bir gereklilikti; ancak çeşitli nedenlerle bunu gerçekleştiremedik.
Raporda çözüm önerileri de yer alıyor, bu önerilere kısaca değinebilir misiniz?
Bu soruyu çalışmayı yürüttüğümüz tüm ekibe sormak gerekir aslında, çeşitli çalışma alanlarından gelen disiplinler arası bir ekiple çalışmayı yürüttük çünkü. Ben “Nehirler ve Çocuklar” raporu odağında ve çocuk sağlığını korumayı amaç edinen bir perspektiften şu önerileri yapabilirim.
Temel önceliğimiz doğal çevrenin kirletilmesini önlemek ve toprak, su, hava, ormanlar gibi kirletilmiş, tahrip edilmiş çevrelerin hızla onarılmasını sağlamak olmalı. Tüm sektörlerin kimyasal kirlilik kontrolünü iklim, biyoçeşitlilik, gıda ve tarım gibi diğer kilit tehditleri ele alan strateji planlarına entegre etmesi bir gereklilik. Bu konuda büyük bir eksiklik var.
Toprak, su ve havayı kirletme potansiyeli olan kimyasal maddelerin kullanımı sıkı kontrol altına alınmalı. Bu konuda da ciddi bir eksiklik var. Özellikle çocuklarda nöral gelişimi, hormonal sistemin işleyişini ve üreme sağlığını bozan kimyasal maddeler çok sıkı takip edilmeli, kullanımı azaltacak ya da sonlandıracak politikalar oluşturulmalı. Bu zor bir iş değil, bir ucundan başlamak gerekiyor. Çevre, Sağlık, Tarım ve Orman Bakanlığı gibi kurumlara büyük bir rol düşüyor.
Çocukları korumak
Kirliliği bir politika önceliği hâline getirmek, kirliliğe maruz kalmayı önlemek, kirlilikle ilgili sağlık etkilerini azaltmak ve önemli kirlilik sorunlarının çözümü için bir yol haritası oluşturmak amacıyla “Sağlık ve Kirlilik Eylem Planları” (Health and Pollution Action Plan) oluşturulmalı. Bu planların hazırlanma sürecinde siyasi iktidar, akademik kurumlar, sivil toplum ve özel sektör birer paydaş olarak yer almalı. Bu planların hazırlanma süreci, hükûmetlere (yerel ve ulusal düzeyde) kirliliğin kontrolünün sağlık açısından en büyük faydaları nerede sağlayacağına dair net bir resim sunuyor, çaba ve kaynakları hedeflemelerine ve uluslararası destek sağlamak için öncelikli alanlar belirlemelerine olanak tanıyor.
Çözüm önerileri raporda ayrıntılı yer alıyor, özetle söylemem gerekirse, çocukları toksik kimyasallara maruz kalmaktan korumak her türlü kamusal faaliyetin en öncelikli gündem maddesi olmalı. Gündem olmalı tamam da peki ne yapılacak sorusu akla gelebilir. Mesela eğitim konusunu artık sağlıkla birlikte ele almamızı zorunlu görüyorum. Çocuklar söz konusu olduğunda eğitim ayrı sağlık ayrı alanlar değil. Çocukların toplu olarak bulunduğu kreş, yurt ve okul gibi kurumlarda sağlıklı beslenme imkânı sunmayı, toksik kimyasallara maruz kalmayı önlemek için iyi yapılandırılmış bir fiziksel çevre ve donanım oluşturmayı okullarda okutulacak müfredat, eğitimin içeriği ya da kalitesi kadar önemli görüyorum. Çocukların sadece akademik başarısını konuşan ama sağlığını es geçen bir toplum olmaktan çıkmamız gerekiyor.
“Nehirler ve Çocuklar – Büyük Menderes Havzasında Yavaş Şiddetin Görünümleri”kitabını okumak ve indirmek için tıklayınız.