Bu yazı, 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü vesilesiyle hazırladığımız “Anadilinde Çocuk Sesleri” dosyası kapsamında, MESEM’de çalıştırılan 17 yaşındaki bir çocuk işçi tarafından kaleme alındı.
Gün doğmadan uyanıyorum. Odam sessiz, ama içim hiç sessiz değil. Alarm çalıyor, sonra bir daha çalıyor, sonra bir daha. Her defasında biraz daha ağır geliyor kalkmak. Gözümü açıyorum, tavana bakıyorum. Sanki tavandaki o küçük çatlak, her sabah bana bir şey söylüyor gibi: “Bugün de geçecek… ama sen geçemeyeceksin.”
Saat 05:00 Evin içi buz gibi. Kalkıyorum, su yüzüme çarpıyorum — sanki o su beni hayata döndürmüyor da, sadece ayılmamı sağlıyor. Annem mutfakta kahvaltı hazırlamış, ama çoğu zaman midem almıyor yemek değil derdim, yorgunluk. Bir lokma ekmek bile bazen zor geçiyor boğazımdan. Çantamı alıyorum, kapıyı sessizce kapatıyorum. Otobüs durağına varıyorum, bir grup işçi var orada, biri çay içiyor, biri sigarasını yakıyor. Kimse konuşmuyor, sanki herkesin içinde bir sessizlik var, bir yorgunluk, bir kabulleniş. Onlardan biriyim artık.
Otobüse biniyorum, iki saatlik yol. Binalar geçiyor, insanlar geçiyor, hayat geçiyor ama ben geçemiyorum. Otobüsün içinde donmuş kalmış gibiyim, işe varana kadar aklımdan bin tane şey geçiyor.
“Acaba bugün maaş verirler mi?”
“Ya yine azar işitirsem?”
“Ya bir hata yaparsam?”
Kafamın içinde hep bir korku sesi var ama o sesle yaşamayı öğrendim.
Saat 09:00 Mesai başlıyor, patronun sesi geliyor: “Bugün şunları halledelim, sonra kablolara geçersin.”
Bir şey diyemiyorsun çünkü “tamam” demek, burada hayatta kalmanın tek yolu.
Ben okulda siber güvenlik ve yazılım bölümündeyim. Ama yaptığım iş, çoğu zaman kablo taşımak, bilgisayar kurmak, bazen inşaatta çalışmak.
“Öğreniyorsun işte, tecrübe kazanıyorsun.” diyorlar. Ama öğrendiğim tek şey şu: Bir sistemin içinde “ucuz iş gücü” olarak var olmayı öğreniyorum. Elektrik 220 volt. Bir anlık hata, bir anlık dalgınlık, ve bir kıvılcım. Hayat bir anda değişebilir ama kimsenin umrunda değil. “Dikkat etseydin.” derler, bir “geçmiş olsun” bile demezler.
Bazen ellerim titriyor, bazen gözlerim yanıyor uykusuzluktan ama yine de çalışıyorum. Çünkü “çıraksın.” Çünkü “öğrenmen gerekiyor.” Çünkü “tecrübe.” Bu kelimeler, üzerimize atılmış zincir gibi. Sanki her biri biraz daha ağırlaştırıyor bizi ama sesini çıkaramıyorsun. Çünkü bir kere konuşursan, ya işten atılırsın, ya “saygısız” olursun, ya da “sorunlu öğrenci.”
Saat 13:00 Öğle arası, yemek yok. evden getirdiğim soğuk bir sandviç var çantamda. Bir köşede oturup onu yiyorum, yanımdaki arkadaşım diyor ki: “Bugün de maaş yatmadı.” Gülüyoruz.
Ama o gülüş, gülmek değil aslında. Acının başka bir dili sadece. Bazen düşünüyorum, bu kadar genç yaşta neden bu kadar yorgunum?
Daha 17 yaşındayım ama içimde 40 yaşında bir insanın yorgunluğu var. Her sabah yola çıkan, her akşam eve dönerken susan birinin yorgunluğu.
Akşam oluyor 22:30 iş bitmiyor. Patron “şunu da halledelim” diyor. Bitiriyoruz, sonra “şunu da.” O “şunu da” bitmiyor hiçbir zaman. Eve dönüyorum, toplu taşıma yine dolu. İnsanların yüzleri yorgun, bitik, umutsuz. Bir süre sonra ben de aynı yüzlerden biri oldum. Kendimi camda yansımamda görüyorum, tanıyamıyorum.
Eve vardığımda saat 00:00. Annem ışığı kapatmış, “gelmiştir” diye içinden dua etmiştir belki. Ben sessizce içeri giriyorum. Yatağa uzanıyorum, köprücük kemiğim ağrıyor, sırtım yanıyor. İçimde bir cümle dönüp duruyor: “Yarın yine aynı.”
Bazı günler kendimi gerçekten kaybolmuş gibi hissediyorum. Çalışıyorum, ama neden çalıştığımı bilmiyorum. Kazanmıyorum, öğrenmiyorum, sadece var olmaya çalışıyorum. Patron bazen bağırıyor: “Ne kadar yavaşsın!” Ama kimse bilmiyor ki o sabah 4’te kalktım. Kimse bilmiyor ki o akşam eve 12’de döneceğim. Kimse bilmiyor ki, benden bekledikleri “verimlilik”, aslında bir insanın gücünü aşan bir şey.
Yorgunlukla hata yapıyorum, hemen bağırıyorlar. “Bir işi de doğru yap!”
İçimden diyorum ki: “Ben daha çocuk sayılırım.” Ama kimse çocuk olduğumuzu hatırlamıyor. Bazen makinelerin sesinden kulaklarım uğulduyor. Ellerim nasır tuttu, dizlerim karardı ama her şey “öğrenme süreci” denilip geçiliyor. Oysa biz öğrenmiyoruz. Biz sadece susmayı öğreniyoruz. Çalıştığım yerlerde güvenlik yok, sigorta yok, yemek yok sadece beklenti var: “Çalış, sus, devam et.”
Bazen usta diyor: “Senin yaşında ben de çalışıyordum.” Ama ben bazen sadece yaşamak istiyorum. Ders çalışmak, müzik dinlemek, biraz dinlenmek… Ama burada “insan” olmaya bile zaman yok. Sabahın ilk ışıklarıyla başlayan o uzun gün, aslında iş yerinde bitmiyor çünkü ben “öğrenciyim” aynı zamanda.
Ama MESEM’de öğrenci olmak, başka bir dünyaya ait bir kelime gibi.
Bizim için okul, dinlenme yeri değil, bir başka mesai alanı. Haftanın bir günü okula gidiyoruz ama okulun kapısından girdiğinde bile “nefes aldığını” hissetmiyorsun. Sanki iş yerine başka bir binadan girmişsin gibi. Koridorlar gürültülü, hocalar yorgun, öğrenciler bitkin. Kimin gözlerinin altına baksan mor, kimin eline baksan nasır. Derse girdiğimizde, hoca tahtaya geçiyor ama tahtadaki konunun artık bir anlamı kalmamış. Kafamız o kadar dolu ki — maaş, borç, yol parası, yorgunluk, ağrı, patronun bağırışı…
Eğitim, artık bizim için bir nefes değil, bir “yük” gibi. Yine de defteri açıyoruz. “Not alın çocuklar. Alıyoruz ama içimizden “ne işe yarayacak?” diye geçiyor. Birçoğumuzun hayali vardı eskiden. Benimki siber güvenlik uzmanı olmaktı. Kod yazmak, sistemleri korumak, üretmek. Ama şimdilerde klavye değil, kablo tutuyorum. Laptop değil, vida sıkıyorum. Bir yandan da hocaların baskısı. Bazı hocalar anlamıyor bizi. Sanki sabah 9 akşam 10 çalışmıyormuşuz gibi davranıyorlar sanki eve yorgun düşmüyormuşuz gibi. Bir yanlış cevap versen hemen hakaret:
“Senin kafan hiç almıyor!”
“Bu kafayla mezun olamazsın.”
Ama hocam, ben zaten mezun olsam ne olacak? Sigortam yok, maaşım yok, sağlık güvencem yok. Benim geleceğim zaten kağıt üzerinde kaldı. Bazı arkadaşlarım derste uyuyor. Hoca kızıyor ama o çocuk sabah 5’te kalktı, 2 saat yol gitti, 10 saat çalıştı, sonra geldi buraya. Uyumasın da ne yapsın?Beden uykusuz, ruh yorgun. O çocuk uykuda değil aslında, sadece biraz kaçıyor hayattan. Okulda da bize yapılan işlerin çoğu, “staj” diye geçiyor. Ama o işler “eğitim” değil, “emek sömürüsü.”
Bir öğretmen geliyor, “Şu bilgisayarları kurun.” diyor. Yapıyoruz. Ama neden yaptığımızı, ne öğrendiğimizi kimse sormuyor. Sadece iş, iş, iş… Bazı arkadaşlar, öğretmenlerin hakaretlerine dayanamayınca okulu bırakıyor. Sonra sistem, o çocukları “tembel” diye damgalıyor ama kimse o çocuğun sabah kaçta kalktığını, kaç saattir ayakta olduğunu, eve geldiğinde dizlerinin neden titrediğini bilmiyor.
Ben bazen defterimi açıyorum, sayfalarına bakıyorum. 190 sayfa. Her sayfaya bir fotoğraf yapıştırmam gerekiyor. Baskı ücreti 50 TL. 190 x 50 = 9.500 TL. Bu hesap kafamda dönüyor, defteri kapatıyorum. “Bu da mı benim hakkım?” diyorum. Bir yandan da yıllık staj defteri parası: 700 TL. O parayı vermezsem notlarım işlenmiyor. Yani ben, zaten maaş alamadığım işte çalışıp, bir de oradan kazandığımı devlete geri veriyorum. Bu nasıl bir denklem? Bu nasıl bir sistem?
Sonra birisi çıkıp diyor ki: “Gençler okumak istemiyor.” Hayır. Biz okumak istiyoruz. Ama sistem bizi okumaktan soğutuyor. Biz üretmek istiyoruz, ama bizi sadece tüketen bir düzene itiyorlar. Okulda bir gün, öğretmenlerden biri beni kenara çekti. “Sen çok zeki bir çocuksun.” dedi. “Yazılımda iyi olabilirsin, ama disiplinsizsin.” Disiplinsiz mi? Hocam, ben her sabah 4’te kalkıyorum. Eve 12’de dönüyorum. İlaçlarla ayakta duruyorum.
O gün eve giderken düşündüm: Acaba biz bu sistemin içinde “insan” olarak mı varız, yoksa sadece istatistik miyiz? Kaç öğrenci aktif, kaçı devam ediyor, kaçı mezun oldu…Ama kimse sormuyor: Kaçı mutlu, kaçı sağlıklı, kaçı hâlâ çocuk?
Ama içimde bir ses var: “Ben daha 17 yaşındayım.” Vücudum bu kadar yükü kaldırmıyor artık. Arveles içiyorum ağrı için. Günde 2-3 tane. Sonra CONCERTA 54 MG, OXOPANE 20 MG… Bunlar kırmızı reçeteli ilaçlar. Benim yaşımda biri bunları kullanmamalıydı. Ama kullanıyorum, çünkü başka çarem yok. Bir gün işe giderken yolda düşündüm:
“Bu ülke beni niye bu hale getirdi?” Ben bir zamanlar umut dolu bir çocuktum. Milli Eğitim Bakanı’yla fotoğraf çektirirken gurur duyan, yazılım yarışmalarına katılan, hayaller kuran biriydim. Ama şimdi o çocuk yok. Yerine yorgun, sinirli, uykusuz bir adam geçti. Bazen arkadaşlarımla konuşuyoruz. Hepsi aynı şeyi söylüyor:
“Artık dayanamıyorum.” Kimi işten ayrılmak istiyor, kimi ülkeden gitmek. Çünkü kimse gençleri duymuyor. Herkes konuşuyor, ama kimse dinlemiyor. Bir keresinde izin istedim. Sadece bir gün. Patron dedi ki: “Bir günün 200 TL, o parayı düşerim.” O an anladım: Biz zamanımızı satıyoruz.
Bir günümüz 200 TL. Bir hayat, 6631 TL. Yatarken gözlerimi kapatıyorum. Karanlıkta sadece düşünceler var. “Bir gün kurtulabilecek miyim?” “Bir gün insan gibi yaşayabilecek miyim, bilmiyorum. Benim umutlarımın üzerine sistemin ağırlığı çökmüş. “Çalışırsan başarırsın.” demişlerdi. Ben çalıştım, ama başarı gelmedi. Çünkü başarı değil, sömürü ödüllendiriliyor bu düzende. Bazı günler sanki dünyadaki herkesin sesi var, bir tek benim yok gibi hissediyorum.
Birileri hep konuşuyor: “Gençler nankör.” “Gençler tembel.” “Gençler şükretmeyi bilmiyor.” Ama kimse bizi gerçekten dinlemiyor. Bizim sesimiz, makinelerin gürültüsünde kayboluyor. Çekiç seslerinin, kablo patlamalarının, patron bağırışlarının arasında yutuluyor.
Ben bazen düşünüyorum; çocukken “büyümek” diye bir kelime vardı, sihirli bir şey sanırdım. Ama büyümek demek, bazen çocuk haklarından uzaklaşmak demekmiş. Bir çocuk olarak sahip olmam gereken haklar, şimdi bana “lüks” gibi geliyor. Dinlenmek, okumak bir lüks. Sağlıklı olmak bile artık bir ayrıcalık. Ben sadece yaşamak istiyorum ne fazlasını, ne azını. Bir sabah uyanıp “bugün hiçbir yerim ağrımıyor” diyebilmek istiyorum. Bir akşam eve gelip “maaşım yattı” diyebilmek istiyorum. Bir gün izin isteyip “tamam, dinlen biraz” cevabını duymak istiyorum. İnsanca yaşamak bu kadar zor olmamalı. Her şeyden çok, görülmek istiyorum.
Bir istatistik değil, bir insan olarak. Bir çırak değil, bir birey olarak. Benim gibi binlerce genç var bu ülkede. Hepsi sabah erken kalkıyor, geç dönüyor, aynı yorgunluğu taşıyor. Ama hepimiz sessiziz. Çünkü konuşursak, “saygısız” oluruz. Konuşmazsak, unutuluruz. Belki de asıl sorun bu: Biz unutulduk. Ama yine de içimde bir umut kırıntısı var. Belki bir gün, birileri bu yazıyı okur ve der ki: “Bu çocukların hayatı değişmeli.” İşte o gün, ben yeniden doğmuş gibi olacağım. Her sabah aynı yola düşüyorum, aynı yorgunlukla. Artık sadece bedenim değil, içim de ağrıyor. Ama bir yanım hâlâ umut ediyor. Belki bir gün biri gerçekten dinler bizi. Belki bir gün “çırak” değil, “insan” oluruz.
Siz bu yazıyı 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü’nde okurken ben yine mesaide bir günümü 200 TL’ye satmış olacağım.
(AT/NÖ)
*Bu yazıyı kaleme alan A.T’nin hem çalıştığı iş yerinde hem de okulunda hedef gösterilmemesi için ismi kapatılmış inisiyalinde harfler değiştirilmiştir.