Çocuk işçiler, cinsel istismara, şiddete maruz kalan çocuklar, hapishanedeki çocuklar, eğitime ve sağlık hakkına erişemeyen çocuklar, ihmal edilen çocuklar, şüpheli çocuk ölümleri, kaybolan çocuklar…
Farklı zamanlarda, farklı mecralarda okuduğumuz ve çocukların özne olduğu haberlerin konu başlıkları arka arkaya yazılınca “devasa bir felaket” çıkıyor ortaya.
Sorunun sadece tekil olaylar olmadığını, çocukların önyargının hedefi haline geldiğini görüyoruz.
Elisabeth Young-Bruehl de “Childism” isimli kitabında buna işaret ediyor. Kitap, İletişim Yayınları’ndan Aksu Bora çevirisiyle “Çocuk Düşmanlığı – Çocuklara Karşı Önyargıyla Yüzleşme” adıyla okurla buluştu.
2011’de hayatını kaybeden yazar Young-Bruehl, çocuk düşmanlığıyla mücadelenin ırkçılık (racism), cinsiyetçilik (sexism) ve benzeri ayrımcılık biçimleriyle mücadele etmek kadar önemli olduğunu söylüyor. Ailedeki, okuldaki, arkadaş çevrelerindeki, ikili ilişkilerdeki ve siyasilerin dilindeki “çocuk düşmanlığı” biçimlerini anlamaya, görünür kılmaya, diğer ayrımcılık biçimleriyle ilişkisini göstermeye çalışıyor.
“İlahi bir tesadüf!”
Aksu Bora, yazarın her şeyden önce, sorunun adının doğru konmasının önemine işaret ettiğini söylüyor. Kendisi ise kitabın da adı olan “childism”in çevirisini nasıl yaptığını anlatırken şunları söylüyor:
“‘izm’ ekinin taşıdığı anlam açılmasını feda etmeyi göze alarak “çocuk düşmanlığı” diye çevirdim.. Çünkü ‘düşmanlık’ kelimesini kullanmanın gereğine inandım, hafifletici herhangi bir ekleme, açıklama yapmak istemedim. Meselelerin adını koymanın önemine inanırım.”
Aksu Bora kitabın 20 Kasım Çocuk Hakları Günü arifesinde okurla buluşmasıyla ilgili olarak ise, “Ben çeviriyi yayınevine teslim edeli uzun zaman oldu, sırasını bekledi, yayın programına girip yayınlanması Kasım ayını buldu- ama belki bu ilahi bir tesadüftür!” diyor.
“Devasa bir felaketin bir ucuna ışık tutulmuş gibi”
“Çocuk düşmanlığı” sarsıcı bir tanım. “Çocuğa karşı düşmanlık nasıl olabilir!” dedirtiyor eminim çoğu kişiye. Yazar Young-Bruehl bu tanımı nereden doğru ortaya atıyor? Çocuk düşmanlığındaki genel teoriyi nasıl anlatırsınız? Kitabın orijinal ismi de olan “Childism”i Türkçeleştirirken zorlandınız mı?
Çocuklarla çalışan hekim bir arkadaşım, “düşmanlık” sözcüğünü bu bağlamda kullanmanın kendisine doğru gelmediğini söyledi. Ona dedim ki, kitabı okuduktan sonra konuşalım!
Bir yandan da, Türkiye’de yaşayan herhangi biri, çocuklara neler yaptığımız hakkında epey fikre sahiptir diye düşünüyorum. Yetiştirme yurtları ya da cemaat evleri daha iyi biliniyor. Aladağ’daki kız yurdunda çıkan yangını, kilitli yangın merdiveni kapısını, o kapının dibinde ölen kızları gördük mesela, değil mi? Çocuk yaşta hamile kalan kızlarla ilgili bölük pörçük bilgilerimiz var, bunlar neredeyse hiç konuşulmuyor. Çocuk pornografisinin yaygınlığıyla ilgili bulanık bazı fikirlerimiz var ama bu da üzeri örtülen meselelerden biri. Aile içindeki şiddeti, istismarı ve ihmali, ayyuka çıkan bazı vakalarda, mahkeme önüne gelebildiğinde biraz görüyoruz, devasa bir felaketin bir ucuna ışık tutulmuş gibi, sonra o ışık sönüveriyor.
“Çocuğa karşı düşmanlık nasıl olabilir” diyenlerin bir durup bu sorunun kendisi üzerine düşünmelerini öneririm. “Çocuk merkezli aile” hakkında konuşup duranların da. O nasıl bir merkezlikse, çocuklara herhangi bir faydasının olduğu görülmedi.
“Hiçbiri tekil vakalar değil”
Elisabeth Young-Bruehl’in bu kitapta söylediği şey, çocukların başına gelen bütün felaketlerin, şiddetin, istismarın, ihmalin, tekil vakalar gibi düşünülmemesi gerektiği. Bunların tıpkı kadınların başına gelen felaketler gibi, sistematik olduğunu iddia ediyor ve kitabın tamamı, bu iddianın kanıtlanmasına hasredilmiş. Kadınları döven adamların öfke kontrolü olmayan, alkolik, hasta ya da eğitimsiz birileri olmadıklarını (öyle oldukları durumlarda da meselenin bu olmadığını), kadınların dövülebileceğine ilişkin bir “bilgi”leri olduğu için böyle yaptıklarını anlatmaya çalıştığımız yılları hatırladım; öfke kontrolünü patronu karşısında gayet de beceren adamın eve gelip “kontrolü kaybetmesi”nin başka bir sebebi olmalı! Bu da öyle: Çocuklarını döven, onları istismar eden, ihmal eden ebeveynler, buna hakları olduğunu düşünürler. Çünkü “kızını dövmeyen dizini döver!”
Bir yandan da ayrımcılığa uğrayan diğer gruplardan farklı olarak, çocuklar yetişkinlere dönüşüyorlar ve çocukluklarında karşılaştıkları ayrımcılığı yeni formlar içinde, yeniden üretiyorlar. Benim için kitabın en dikkate değer tezi buydu: Ayrımcılık ile kuşaklar arasında kurduğu karmaşık bağlantılar.
“Meselelerin adını koymanın önemine inanırım”
“Childism” sözcüğünü çevirmekte zorlandım, ilk sayfada bunu itiraf da ettim: “izm” ekinin taşıdığı anlam açılmasını feda etmeyi göze alarak “çocuk düşmanlığı” diye çevirdim. Çünkü “düşmanlık” kelimesini kullanmanın gereğine inandım, hafifletici herhangi bir ekleme, açıklama yapmak istemedim. Meselelerin adını koymanın önemine inanırım.
“‘Eti senin kemiği benim’ sözü bir metafor değil”
Okul, siyasilerin söylemleri, arkadaş çevrelerinin yanı sıra çocuk düşmanı yetişkinlerin çoğunun anne-babalar olduğunu söylüyor Young-Bruehl. Neden?
Çünkü çocukların yanı başında onlar var, çocuklar onlarla yaşıyor. Yani nasıl diyeyim, “imkânları” var. Çocukların yetişkinlerin “mülkü” olduklarına dair inancın geride kaldığını sanıyor olabiliriz, öyle değil. “Eti senin kemiği benim” sözü bir metafor değil.
Yalnızca “sorunlu aileler”de büyüyen, yetiştirme yurtlarında, cemaat evlerinde kalan çocuklar karşılaşmıyor düşmanlıkla. “Normal” aileler içinde de ciddi çocuk hakkı ihlalleri yaşanıyor. Yıllar önce İlknur Üstün’le birlikte yaptığımız ve Sıcak Aile Ortamı adıyla yayınladığımız araştırmada derinlemesine mülakatlarda ifade edilen şiddet tecrübelerinin bizi nasıl sarstığını hatırlıyorum. Bildiğimizi düşünüyorduk, bildiğimizin gerçekte olanın ne kadar küçük bir kısmı olduğunu o çalışmada fark etmiştik.
“Türkiye, sözleşmelere sadık kalmasıyla tanınmaz”
ABD’li yazar, Amerikan toplumunda çocuk düşmanlığının yükseldiğiyle, toplumun çocukların gelişimini desteklemede yetersiz, uluslararası topluma göre geride kaldığını söylüyor. Siz ABD’nin aksine Çocuk Hakları Sözleşmesine imza atan Türkiye ile ne kadar bağlantı kurdunuz?
Türkiye imza attığı sözleşmelere sadık kalmasıyla tanınan bir ülke değil biliyorsunuz. Çocuk yaştaki kızları evlendirebilmek için bin dereden su getirdiklerini, kampanyalar düzenlediklerini unutmuş olamazsınız, içinde bulunduğumuz yıl içinde, TBMM çatısı altında, 18 yaşın altında evlenme “hakkı”, 15 yaşındaki kızların “rızası” üzerine nutuklar atıldı!
Çocuk işçiliğiyle mücadele ulusal eylem planı var, bunun uygulamasını kimin takip edeceğini bilemiyoruz- çocuk işçi cinayetleriyle ilgili veriler (bunları sendikalardan öğreniyoruz) ile eylem planları arasında uçurum olduğunu görüyoruz ama.
Hepsi bir yana, sadece pandeminin başından beri çocuklara reva gördüğümüz muameleyi düşünün! Eve kapattık, neredeyse hiçbir destek sağlamadan online eğitim verdik, neredeyse hiçbir önlem almadan okulları açtık, sonra bazı sınıfları kapattık, bazılarını yeniden açtık…
Ben çocuk hakları alanında çalışan, bu alanı iyi bilen biri değilim ama işlerin büsbütün çığırından çıktığından şüpheleniyorum!
“Ayrımcılık ve düşmanlık yaşçılığın bir yüzü”
El üstünde tutma, saygı duyma, Türkiye’de yaşlılara yönelik sıkça kullanılan söylemler. Ancak pandemiyle birlikte yaşlılara karşı ayrımcılık, ageism (yaşçılık) de gün yüzüne çıktı. Aynı şey çocuklar için de geçerli diyebilir miyiz?
Tabii, çocuklara karşı ayrımcılık ve çocuk düşmanlığı, yaşçılığın bir yüzü. Dediğiniz gibi, yaşçılık genellikle yaşlılarla ilgili bir ayrımcılık olarak düşünülüyor ama çocukları da hedef alıyor. Zaten pandemide gördük, 65 yaş üstü ile 20 yaş altını “korumak” gerekçesiyle resmen kapattık! Sokağa çıktıkları için hakarete uğrayan yaşlıları, oynadıkları bahçeye yaklaşan polis arabasını gördüklerinde kaçışan çocukları izledik.
“Çocuklara yönelik ayrımcılık sistematik bir sorun”
Yetişkinler aynı zamanda çocuklara karşı önyargıları besleyenler de… Ama çocukların hakları da yine yetişkinler tarafından gözetilmeli. Elisabeth Young nasıl bir öneri sunuyor kitapta?
Yepyeni bir şey söylemiyor aslında. Her şeyden önce, sorunun adının doğru konmasının önemine işaret ediyor ve çocuklara yönelik ayrımcılığın sistematik bir sorun olarak tanımlanmasıyla birlikte, bu sorunun ortadan kaldırılmasına yönelik geniş kapsamlı, istikrarlı programların oluşturulmasını öneriyor. Çocukların vazgeçilemez haklarının (ki bunların neler olduğuna dair 1970’lerden bu yana dünya ölçeğinde yapılmış çalışmalar mevcut) korunmasına yönelik programlar.
Çocuk Hakları Sözleşmesinin yalnızca risk altındaki çocuklar için değil, bütün çocuklar için hayata geçirilmesinin önemine işaret ediyor. Yani, yoksul, kimsesiz ve “suçlu” çocukları hedef alan politikalar yerine, bütün çocukları hedeflemenin gereğini anlatıyor- bu da şu anlama geliyor, “hikâyenin bütününü görebilmemiz” için, aileler işin içinde olmalı, hükümetler, çocuk hakları örgütleri, insan hakları örgütleri… Kitapta İsveç’te yürütülen bu türden bir programın sadece iki kuşak içinde çocuklara yönelik şiddeti nasıl azalttığı anlatılıyor; bu da ilham verici bir örnek.
“Çocuk düşmanlığının farklı formları”
Siz bilmediğiniz, fark etmediğiniz nelerle karşılaştınız çeviri sırasında? Size çarpan noktalar nelerdi?
Dediğim gibi, benim için en çarpıcı olan, farklı kuşaklarda çocuk düşmanlığının nasıl farklı formlara büründüğünü görmekti. Bunu fark ettiğimde, cinsiyetçiliğin formlarına da yeni bir gözle bakabildim. Benim daha iyi bildiğim, daha uzun süredir çalıştığım ve mücadele ettiğim konu cinsiyetçilik; çocuk düşmanlığı ile başka ayrımcılıklar arasındaki bağlantıları daha net görmemi sağladı. Ayrımcılığın bir yönetme stratejisi olduğunu biliyordum, herkesi “yerli yerine” yerleştirerek, aralarındaki farklılıkları birer ayrımcılık konusu olarak tarif ederek, bu stratejinin nasıl işlediği benim için daha net bir hal aldı.
Bir de, “kişisel olan politiktir” saptamasının önemine bir kez daha inandırdı.
“Türkiye bağlamındaki çalışmalara ilham olsun”
Çocuk hakları alanında çalışanlar için nasıl bir okuma olacak sizce “Çocuk Düşmanlığı” kitabı?
İyi bir kılavuz olacağını umuyorum. Herhalde çocuk haklarının ihlalinin nasıl geniş bir alana yayıldığını, nasıl derinleştiğini bu kitaptan öğrenmeyeceklerdir ama o geniş alan içindeki ilişkisellikleri, bağlantıları daha iyi düşünmelerine yardım edebileceğini sanıyorum. Bir de umuyorum ki kuşak çalışmalarını da teşvik eder, Elisabeth Young-Bruehl’in ABD bağlamı için çok etkileyici bir biçimde yaptığı şeyi Türkiye bağlamında yapacak çalışmalara ilham verir.